124839.fb2 Maske - читать онлайн бесплатно полную версию книги . Страница 3

Maske - читать онлайн бесплатно полную версию книги . Страница 3

“Sanırım zekâsından yararlanmak için. Yasalardan yardım isteyemeyiz, çünkü yasalar Kral’ındır. Bu yüzden onu kendilerine hizmet etmeye zorlayacaklar, eğer kabul etmezse onu öldürecek ve cezalandırılmayacaklar.”

“Peder,” dedim, “Yanınıza gelip sizinle konuşma cesareti bulduğum için şükürler olsun. Şimdi onu kaçıranları bulmaya gidip Arrhodes’i kurtaracağım. Avlanmayı, iz sürmeyi iyi biliyorum, en iyi yapabildiğim şey bu, bana sadece hangi yöne gittiklerini söyleyin, dilsiz çocuğun hangi yönü gösterdiğini!”

“Ama kendini tutup tutamayacağını bilmiyorsun, bunu kendin itiraf ettin!” diye cevap verdi peder.

Buna karşılık olarak şöyle yanıt verdim: “Doğru, ancak bir yol bulacağımı sanıyorum. Henüz bir fikrim yok belki içimdeki doğru devreyi bulup onu değiştirecek yetenekli bir usta bulurum, o zaman arzum kaderim olur.”

Keşiş şöyle dedi: “Yola çıkmadan önce, istersen kardeşlerimizden birine danışabilirsin. Çünkü bize katılmadan önce bu tür sanatlar konusunda uzmandı. Şimdi hekim olarak bizlere hizmet ediyor.”

Bir kez daha güneşli bahçedeydik ve bu yönde hiçbir belirli göstermediği halde, hâlâ bana güvenmediğini anladım. Koku beş gün içinde dağılmıştı, bu yüzden bana doğru yolu gösterebileceği gibi, yanlış yolu da gösterebilirdi. Kabul ettim.

Hekim gereken tedbiri alarak karnımın içindeki açıklıkların arasına bir fener tuttu ve büyük bir dikkatle beni inceledi. Sonra ayağa kalktı, giysilerindeki tozu silkeledi ve şöyle dedi:

“Sık sık karşılaşılan bir durumdur, bu tür talimatlarla çalıştırılan bir makinenin önüne, mahkûmun ailesi, dostları ya da bilinmeyen nedenlerden ötürü yetkililerin planlarını boşa çıkartmayı isteyen insanlar çıkar. Bunu engellemek için, Kral’ın ihtiyatlı zırh ve silah imalatçıları, makinenin parçalarını hava geçirmeyecek şekilde kapatırlar ve onları öyle bir şekilde bağlarlar ki en küçük bir kurcalama bile onlar için ölümcül olabilir. Son lehimi de yaptıktan sonra, iğneyi onlar bile çıkaramazlar. Senin durumun da böyle. Kurban sık sık kendini farklı giysilerle saklar, görünüşünü, davranışlarını, kokusunu değiştirir, ama zihnini değiştiremez, böylece makine avlanmak için alt ve üst koku alma duyusuyla yetinmeyip, avına sorular sorar — insan ruhunun bireysel nitelikleri konusunda en büyük ustaların hazırladığı sorulardır bunlar. Senin için bu da geçerli. Ayrıca, iç mekanizmanda senden öncekilerin hiçbirinde olmayan bir şey görüyorum, bir av makinesi için gereksiz olan bir anı bolluğu. Çünkü bunlar adlarla, zihni ayartan tümcelerle dolu kadın tarihleri ve bunları ölümcül öze bağlayan bir iletken var. Sen, bilmediğim bir şekilde mük emmelleştirilmiş bir makinesin, belki de nihaî bir makinesin. Beklenen sonucu göze almaksızın iğneni çıkartmak imkânsız.”

“İğneme ihtiyacım olacak,” dedim sırt üstü yatmayı sürdürerek. “Kaçırılan kişinin yardımına gitmeliyim.”

“Başarıp başaramayacağına gelince, bu konuda kesin bir şey söyleyemem, elinden geleni yapıp sözünü ettiğim özün üzerindeki salgılara engel olabilir misin, bilemiyorum,” diye devam etti hekim beni işitmemişçesine. “istersen bir şey yapabilirim, bir tüp kullanarak söz konusu kutuplara çok ince demir parçaları serpebilirim. Bu, özgürlüğünün sınırlarını biraz genişletecektir. Ama bunu yapsam bile, onun yardımına koşarken, son ana kadar, ona karşı işleyen itaatkâr bir alet olup olmadığını bilmeyeceksin.”

İkisinin de bana baktığını görünce, bu operasyonun yapılmasını kabul ettim. Uzun sürmedi ve acı duymadım, ama aklî durumumda da gözle görülür bir değişiklik yaratmadı. Onların güvenini daha da çok kazanmak için, geceyi manastırda geçirmeme izin verip vermeyeceklerini sordum, bütün günümü konuşarak, bir karara varmak için tartışarak ve muayene olarak geçirmiştim. Severek kabul ettiler, ben de vaktimi odunluğu iyice inceleyerek, Arrhodes’i kaçıranların kokusuna kendimi alıştırarak geçirdim. Bunu yapma yeteneği verilmişti bana, çünkü bazen Kral’ın ajanlarının yoluna kurbanın kendisi değil, bir başka gözüpek kişi de çıkabilir. Gün doğmadan önce, kaçırılan kişinin birçok geceler üzerinde yattığı samanların üzerinde yatarak hareketsiz bir şekilde onun kokusunu içime çektim ve keşişleri bekledim. Çünkü eğer bana uydurma bir hikâye anlatmışlarsa, gösterdikleri yanlış yoldan döndüğümde onlardan öç alacağımdan korkarlardı, bu yüzden eğer beni yok etmek istiyorlarsa, gün doğmadan önceki bu en karanlık saat, amaçları için en uygun zamandı. Derin bir uykuya dalmış gibi görünerek yattım, bahçeden gelen en ufak sese karşı tetikteydim. Çünkü rahmimin ürününün alevlerle beni parçalaması için kapıyı dışarıdan sürgüleyip odunluğu ateşe verebilirlerdi. Beni bir insan olarak değil, bir ölüm makinesi olarak gördüklerinden, öldürme karşısında duydukları o meşhur nefreti yenmeleri gerekmezdi; sonra kalıntılarımı bahçeye gömerler ve başlarına hiçbir şey gelmezdi. Yaklaştıklarını duyarsam ne yapacağımı gerçeklen bilmiyordum, böyle bir şey olmadığı için de hiçbir zaman öğrenemedim. Böylece, ihtiyar keşişin gözlerime bakarak söylediği “Sen benim kızkardeşimsin” sözleri sürekli zihnimde dolanarak düşüncelerimle baş başa kaldım. Bu sözleri hâlâ anlayamıyordum, ama onlar üzerine düşündüğümde varlığıma bir sıcaklık yayıldı ve beni değiştirdi, sanki taşımakta olduğum ağır bir cenini kaybetmiş gibiydim. Sabah olduğunda keşişin talimatları doğrultusunda manastır binalarından uzak durarak yarı açık kapıdan çıktım. Ufukta görünen dağlara doğru yol aldım — çünkü peder iz sürmem için bana bu yolu göstermişti.

Hızla ilerliyordum ve öğlen olduğunda manastırla aramda yüz milden fazla bir mesafe kat etmiştim. Beyaz kayın ağaçlarının arasından ok gibi geçtim ve tepenin altındaki ovaların yüksek otlarını yararak geçtiğimde, orak darbeleriyle biçilmişçesine iki yana düştüler.

Derin bir vadide, hızla akan bir suyun üzerine kurulmuş küçük bir köprüde, kaçıranların ikisinin izini buldum. Ama Arrhodes’in kokusundan iz yoktu. Bütün zorluğu göze alıp onu sırayla taşımış olmalıydılar, bu da bilgili oldukları kadar kurnaz olduklarının kanıtıydı, çünkü biliyorlardı ki biç kimse Kral’ın makinesinin görevine müdahale edemezdi ve bu davranışları Kral’ı son derece öfkelendirirdi. Bu son kovalamada gerçek niyetimin ne olduğunu bilmeyi istediğinizden kuşkum yok, onun için size keşişleri kandırdığımı, ama aslında kandırmadığımı söyleyeceğim. Çünkü özgürlüğümü yeniden kazanmayı, daha doğrusu ona hiçbir zaman sahip olmadığım için sadece kazanmayı gerçekten istiyordum. Bu özgürlükle ne yapmayı tasarladığıma gelince, ne tür bir itirafta bulunmam gerektiğini bilmiyorum. Bu kararsızlık yeni bir şey değildi, çıplak vücuduma bıçağı daldırırken de kendimi öldürmeyi mi istemiştim, yoksa sadece kendimi keşfetmeyi mi, bilmiyordum, ikisi aynı kapıya çıksa da… Daha sonra olup bitenlerin gösterdiği gibi, attığım bu adım da öngörülmüştü, bu yüzden özgürlük umudu ancak bir hayal olabilirdi, üstelik bana ait bir hayal bile olmayabilirdi, o hain dürtünün harekete geçmesiyle daha çevik olabilmem için bana verilen bir şey olabilirdi. Ama Arrhodes’in peşini bırakmamın özgürlük anlamına gelip gelmeyeceğini bilmiyordum. Tamamen özgür olsaydım bile onu öldürebilirdim, çünkü artık kadın olmadığım için karşılık gösterilen bir aşkın imkânsız mucizesine inanacak kadar deli değildim ve bir şekilde hâlâ kadın olsam bile, çıplak sevgilisinin yarılmış karnını gören Arrhodes buna nasıl inanacaktı? Beni yaratanların bilgeliği mekanik sanatının sınırlarını aşmıştı, çünkü kuşkusuz, benim için sonsuza kadar kaybolmuş olan kişinin yardımına koşacağım bu durumu da hesaba katmışlardı. Yoldan çıkıp adımlarımın beni götürdüğü yere gidebilseydim, o zaman bile ona pek bir yardımım dokunmazdı, ben, içimdeki ölümle büyümüş ve onu taşıyacak kimsem olmayan ben… Bu nedenle bence alçaklığım soyluydu ve özgürlüğümden ötürü, bana buyrulanı değil, kendi doğumumda kendi arzuladığımı yapıyordum. Dikenli derin düşünceler ve onların yararsız boşluğu… hepsi de hedefe vardığımda son bulacaklardı. Onu kaçıranları öldürüp sevdiğimi kurtararak, onun bana duyduğu tiksinti ve korkuyu çaresiz bir hayranlığa dönüştürerek, onu yeniden kazanamasam bile hiç olmazsa kendimi kazanacaktım.

Sık fındık ağaçlarının arasından ilerlerken birden kokuyu kaybettim. Boşuna arandım, bir ara buluyor, sonra kaybediyordum. Takip ettiğim kişiler sanki uçup gitmiş gibiydiler. Sağduyunun buyurduğu üzere koruluğa dönerek, zorlukla, kalın dallarından birkaçının kesilmiş olduğu bir çalı buldum. Bunun üzerine izlerin kaybolduğu yere dönerek fındık özü akan kesik parçaları kokladım ve fındık kokusunda izlerini yeniden buldum. Dağlardan esen rüzgârın yukarıdaki kokuyu süpürüp sileceğini bilen kaçaklar, sırıklarla yürümüşlerdi. Bu, beni daha da kışkırttı; çok geçmeden fındık kokusu hafifledi, ama yine hilelerini ortaya çıkararak, çuval bezinden paçavralara sarmış oldukları uzun sırıkların uçlarını buldum.

Atılmış sırıklar, yukarıdaki bir kayanın üzerindeydiler. Buradaki açıklık, kuzeye bakan tarafları yosun tutmuş dev kayalarla kaplıydı. Birbirlerine o kadar yakındılar ki, buradan geçmek için kayadan kayaya atlamak gerekiyordu. Kaçaklar da öyle yapmıştı, ama düz bir çizgide değil, zik zak çizerek gitmişlerdi, bu yüzden sürekli kayalardan inip etraflarında dolanarak havada titreşen koku zerrelerini yakalamak zorunda kalıyordum. Böylece tırmandıkları tepeye eriştim — tutsaklarının ellerindeki bağı çözmüş olmalıydılar, onlarla kendi rızasıyla gitmiş olması beni şaşırtmıyordu, çünkü geri dönemezdi. Açıkça görülen ayak izlerini ve taşın ılık yüzeyinin üzerindeki üçlü kokuyu izleyerek tırmandım, kayalıklardan, kayalıkların arasındaki çukurlardan, yarıklardan neredeyse dikine tırmanmam gerekti; kaçakların adımlarına dayanak olarak kullanmadıkları tek bir düzlük yoktu, kokularının yoğunlaştığı zor yerlerde ara sıra dinlenerek önümdeki yolu inceledim. Bense kayalara neredeyse değmeden ilerliyordum ve bu müthiş takipte nabzımın hızlandığını, dans edip şarkı söylediğini hissediyordum, çünkü izini sürdüklerim bana yaraşır avlardı ve onları takdir ettim, mutluydum da, çünkü onların, keskin kayalardan sarkan iplerle kendilerini birbirlerine bağlayarak güvenli bir biçimde gerçekleştirdikleri o tehlikeli tırmanışı ben tek başıma ve kolaylıkla gerçekleştirmiştim, hiçbir şey beni o görünmez yoldan ayıramazdı. Tepeye çıktığımda bıçak gibi keskin bir rüzgâr karşıladı beni, altımda uzanan, göğün maviliğinde sınırları soluklaşan yeşillerle örtülü manzaraya bakmak için durmadım, dağın iki tarafında da dolanarak daha başka izler aradım ve hemen buldum. Sonra birden, kaçaklardan birinin düştüğünü gösteren beyazımsı bir sıyrık ve bir çentik gördüm, kayanın kenarından eğilip aşağıya baktım ve onu gördüm. Ufak tefekti ve dağın ortalarında bir yerde yatıyordu, keskin gözlerimle kireçtaşlarının üzerindeki koyu renk kanları gördüm, sanki yüzü koyun yatan adamın etrafına bir kan yağmuru yağmıştı. Diğerleriyse yamaç boyunca ilerlemişlerdi, Arrhodes’in yanında artık bir tek kişi kalmış olduğu düşüncesi beni hayal kırıklığına uğrattı. Çünkü daha önce, attığım adımların bu kadar önemli olduğunu hissetmemiş ve mücadele için böylesine büyük bir istek — beni hem ciddileştiren ve hem de sarhoş eden bir istekduymamıştım. Bunun üzerine yamaçtan aşağı doğru koştum, çünkü avım, ölen adamı uçurumda bırakarak bu yolu izlemişti. Acele ettikleri belliydi, böyle bir düşüş sonucunda adamın öleceğine kesin gözüyle bakmış olmalıydılar. Sadece kırık kapısının, yanındaki payandalarının ve arasından gökyüzünün parladığı tek bir yüksek pencerenin kalmış olduğu dev bir katedralin yıkıntısını andıran sarp geçide yaklaştım; rüzgârın, bir avuç kumla birlikte getirdiği bir tohumdan yetişen ince, zayıf bir ağaç, cesaretinin farkında olmadan dikiliyordu geçidin önünde. Bu geçitten sonra daha yüksek bir koyak vardı, kısmen sisle örtülü, ince, parlak karların düşmekte olduğu bir bulutla kaplı bir koyak. Bir kayalığın gölgesinde, kayan taşlardan gelen bir ses duydum, sonra gök gürledi, dağın yamacındaki toprak kaymaya başladı. Üzerime yağan taşlar yüzünden her yanımdan kıvılcımlar, dumanlar çıkmaya başladı, ama sonra bütün bacaklarımı altıma çektim ve iri bir kaya parçasının altındaki alçak bir oyuğa girdim, kendimi sağlama alarak son kaya parçasının inmesini bekledim. Arrhodes’in yanındaki kişinin, çığların sık görüldüğü bu yeri bilerek seçtiğini düşündüm — dağları iyi bilmediğimden bir çığın altında kalıp öleyim diye; bu sadece küçük bir olasılık olduğu halde beni canlandırdı, çünkü bu demekti ki hasmım sadece kaçmakla kalmayıp saldırmayı da becerebiliyordu ve bu, mücadeleyi daha da anlamlı kılıyordu.

Karla kaplı bir sonraki koyağın dibinde bir bina vardı, bir ev değildi, bir kale de değildi, öylesine büyük taşlardan yapılmıştı ki bir dev bile bunlardan bir tanesini tek başına kıpırdatamazdı — düşmanın burada saklanmış olması gerektiğini düşündüm, çünkü bu ıssızlığın ortasında saklanacak başka bir yer yoktu. Bunun üzerine kokuyu aramakla vakit yitirmeden eğilmeye başladım, arka bacaklarımı kımıldayan kırık taşlara daldırdım, ön bacaklarımla toz haline gelmiş olan parçaları sıyırıp geçtim ve ortadaki iki bacağımı da, yokuş aşağı inen yolu kaymadan inebilmek için kullandım. Ta ki ilk kara erişene kadar… sonra, dipsiz bir yarığa düşmemek için her adımımı dikkatlice atarak sessizce karda ilerlemeye başladım. Dikkatli olmam gerekiyordu, çünkü o kişi buradan geçmemi bekliyordu, kalenin duvarlarından görünmeyeyim diye fazla yaklaşmadım; sonra mantar şeklindeki bir taşın altına saklanarak sabırla geceyi bekledim.

Hava çabucak karardı, ama hâlâ yağan kar geceyi aydınlatıyordu, bu yüzden binaya yaklaşmaya cesaret edemedim; binayı gözleyebilmek için başımı, bağdaş kurduğum bacaklarımın üzerine koydum. Gece yarısından sonra kar durdu, ama üzerimdeki karları silkelemedim, çünkü çevreyle uyumlu görünmemi sağlıyorlardı. Bulutların arasından görünen ayın ışığının altında, asla giymediğim gelinlik gibi parlıyorlardı. Gözlerimi sarımsı bir ışığın yansıdığı ikinci kattaki pencereden ayırmadan, yavaşça kalenin sisli şekline doğru ilerlemeye başladım, ama ağır göz kapaklarımı indirmek zorunda kaldım, çünkü ay çok parlıyordu ve gözlerim karanlığa alışmıştı. Soluk bir ışığın yansıdığı o pencerede bir şey hareket etmiş gibi geldi, sanki büyük bir gölge bir duvardan geçmişti. Bunun üzerine binanın temeline gelene dek daha hızlı bir şekilde emeklemeye başladım. Savaş alanının her bir karesini ölçüp biçtim, bu zor olmadı, çünkü taşlar harçla birleştirilmemişlerdi, sadece dev ağırlıkları onları yerlerinde tutuyordu. Böylece alt kat pencerelerine ulaştım, topların ağızları için tasarlanmış siper deliklerine benziyorlardı. Hepsi de karanlık ve boş ağızlar gibiydiler. İçerisi çok sessizdi, sanki asırlardır burada sadece ölüm vardı. Daha iyi görebilmek için gece görüşümü devreye soktum ve başımı taş odanın içine sokarak antenlerimin ışıklı gözlerini açtım, içerisi aydınlandı. İri taşlardan yapılmış bir şömine gördüm, içinde çok uzun bir süre önce soğumuş birkaç odun kütüğü ve yanmış dallar vardı. Duvarın yanında bir sıra ve paslanmış aletler, karışmış bir yatak ve köşede taş kadar sert ekmek parçaları gördüm. Burada benim girmemi engelleyen hiçbir şeyin olmaması tuhaftı, bu davetkâr boşluğa güvenmiyordum, odanın diğer ucundaki kapı açık olduğu halde, belki de sırf bundan ötürü, bir tuzak hissederek hiç ses çıkartmadan, girmiş olduğum gibi çıktım ve üst kata tırmanmaya başladım. Hafif ışığın geldiği pencereye yaklaşmayı düşünmedim bile. Sonunda dama tırmandım ve karlarla kaplı yüzeyine vardığımda, nöbet tutan bir köpek gibi sabah olmasını bekleyerek orada yattım. İki ses duydum, ama ne söylediklerini anlayamıyordum. Arrhodes’i kurtarmak için hasmıma saldıracağım anı hem sabırsızlıkla hem de korkuyla bekleyerek kıpırdamadan yattım, gergin bir halat gibiydim, bir iğne darbesiyle sona erecek mücadelenin nasıl gideceğini canlandırıyordum gözlerimin önünde; aynı zamanda kendi içime baktım, artık orada bir irade kaynağı aramıyordum, sadece bir tek adamı mı öldüreceğim konusunda küçük, küçücük bir belirti arıyordum. Bu korkudan hangi noktada kurtulduğumu söyleyemem. Hâlâ kararsız bir halde orada yattım, çünkü kendimi bilmiyordum, yine de bir kurtarıcı olarak mı, yoksa bir katil olarak mı gelmiş olduğum konusundaki bu bilgisizlik, benim için o zamana kadar bilmediğim, tarif edilmez ölçüde yeni, her titreyişime gizemli, kızlara özgü bir masumluk katan ve beni müthiş bir sevinçle dolduran bir şey haline geldi. Bu sevinç beni epey şaşırttı ve bunun, yaratıcılarımın marifetlerinden biri olup olmadığını merak ettim, onlar ki beni hem kurtarıcı hem de yıkıcı güçlerle donatmışlardı; ama bundan da emin olamadım. Aşağıdan kulağıma ani ve kısa bir gürültü, ardından da anlaşılmaz şeyler söyleyen bir ses erişti — sonra bir ses daha, ağır bir nesnenin düşmesi gibi yankılı bir ses, sonra sessizlik. Sürünerek çatıdan inmeye başladım, karnım neredeyse ikiye katlanıyordu, öyle ki bedenimin üst kısmıyla duvara tutunurken arka ayaklarımla iğnemin kılıfı hâlâ çatının kenarındaydılar. Sonunda başım gerginlikten ötürü titreyerek, sarkık bir halde açık pencereye yaklaştım.

Yere atılmış olan mum sönmüştü, ama fitili hâlâ kırmızı bir şekilde parlıyordu ve gece görüşümü kullanarak masanın altında boylu boyunca uzanmış — bu ışıkta karanlık görünen — kanayan bir beden gördüm, içimdeki her şey onun üzerine atlamak için yanıp tutuşuyordu, ama ben önce kan ve sönmüş mum kokan havayı içime çektim: Bu adamı tanımıyordum, demek ki aralarında bir kavga olmuş ve Arrhodes onu benden önce öldürmüştü. Nasılını, nedenini hiç düşünmedim, çünkü artık bu boş evde onunla yalnız olduğum, burada sadece ikimizin olduğu gerçeği beni yıldırım gibi çarptı. Titredim — hem gelin hem kasap… bir yandan da, gözlerimi kırpmadan, aldığı son nefesle kasılan o koca bedene bakıyordum. O an oradan ayrılabilseydim, karların ve dağların olduğu dünyaya doğru sessizce kaçabilseydim, onunla yüz yüze — daha doğrusu, onun yüzü benim duyargalarım — kalmak yerine başka bir şey yapabilseydim… ne yaparsam yapayım canavarca ve komik olmaya mahkûmdu ve alay edilip küçü mseneceğim duygusu beni öyle kızdırdı ki hemen aşağı indim, hâlâ bir örümcek gibi sarkıyordum, artık pencerenin kenarına sürtünen karnımın çıkarttığı seslere aldırmıyordum, çevik bir şekilde cesedin üzerinden atladım, kapıya vardım.

Kapıyı nasıl ve ne zaman kırdığımı bilmiyorum. Eşiğin karşısında kıvrılarak dönen merdivenler, merdivenlerin üzerinde de aşınmış taşta başı yana çevrilmiş bir halde sırt üstü yatan Arrhodes vardı; bu merdivenlerin üzerinde boğuşmuş olmalıydılar, olup bitenleri duymamış olmamın nedeni buydu, işte orada, ayaklarımın dibinde yatıyor, göğsü inip kalkıyordu. Evet, onun çıplaklığını gördüm, bilmediğim, ama o ilk gece hayal ettiğim çıplaklığını.

Bir ses çıkarttı, onu seyrettim, göz kapaklarını aralamaya çalıştı, önce gözlerinin akı göründü, ben, karnım ikiye katlanmış bir halde kalkarak onun yüzüne baktım, ne ona dokunacak ne de geri çekilecek cesaretim vardı. Çünkü o yaşadığı sürece kendimden emin olamazdım. Aldığı her nefesle kan kaybediyordu, ama anladım ki onun son nefesine kadar görevim bitmeyecekti. Çünkü Kral’ın buyruğu her koşulda yerine getirilmeliydi. O hâlâ hayatta olduğundan bu riski göze alamazdım, onun gerçekten de uyanmasını isteyip istemediğimi de bilmiyordum. Gözlerini açıp kendine gelebilse ve — tersten bir bakışla — beni, başında durmuş ona bakarken, artık güçsüz bir şekilde ölüm taşıyan beni, bir yakarış hareketi içindeki, başka birinden gebe olan beni içine alsa, bu bir düğün mü olurdu — yoksa merhametsizce düzenlenmiş gülünç bir düğün parodisi mi?

Ama gözlerini açıp kendine gelemedi; pencerelerden içeri giren ince kar taneleriyle şafak söktüğünde ve bütün ev dağlardaki kar fırtınasının sesiyle uğuldadığında, son bir kez daha inledi ve nefes alışı durdu. Ancak o vakit huzur bularak yanına uzandım ve kollarımla ona sıkı sıkı sarıldım, yatağımızı erimeyen bir çarşafla kaplayan kar fırtınası boyunca iki gün, gece gündüz, öylece yattım. Üçüncü gün güneş doğdu.


  1. Lat. “Parlak karanlık” — e.n.

  2. Lat. “Ama yine de bütünüyle başka bir biçimde de olabilir” — e.n.

  3. Lat. “İnayet mi? Efendim mi?” — e.n.

  4. Yun. “Gül parmaklı (şafak tanrıçası) Eos” — e.n.

  5. Lat. “Sözsüz anlaşma” — e.n.