124839.fb2 Maske - читать онлайн бесплатно полную версию книги . Страница 2

Maske - читать онлайн бесплатно полную версию книги . Страница 2

Kendimi anlamaktaki bu yetersizliğimi inceleyip açığa çıkarmayı sürdürdüm ve birçok düşünce aynı anda, birbiri üzerine kafama üşüştüğünden, kendi yargılarıma güvenip güvenmemem gerektiği konusunda emin olamadım, berrak bir kehribara gömülü bir böcek gibi, obnubilatio lucida’ma [1] hapsolmuş boğulmakta olan deli bir kadın olarak şu çok doğal olurdu ki…

Bir dakika. Bu kadar üstün bir sözcük dağarcığı, bu terimler, hem de Latince olarak, mantıklı cümleler, kıyasla muhakeme etme, erkeklerin gönlünü yakan güzellikte bir genç kıza uymayan bu ifade düzgünlüğü nereden gelmişti? Cinsellik konusunda bu korkunç bezginlik, soğuk küçükseme, o mesafelilik, evet, büyük bir olasılıkla bana şimdiden âşık olmuştu, belki de benim için deli oluyordu, beni görmesi, sesimi duyması, parmaklarıma dokunması gerekiyordu, oysa ben onun tutkusunu oyun gibi görüyordum. Bu, şaşırtıcı, çelişkili, asinkategorematik değil miydi? Her şey sadece hayalimin ürünü olabilir miydi, buradaki nihaî gerçek, sayısız yılların deneyimlerine dolanmış yaşlı, duygusuz bir beyin olabilir miydi? Belki de keskin bir zekâ benim tek gerçek geçmişimdi, belki de ben mantıktan doğmuştum ve o mantık benim tek gerçek soyağacımı oluşturuyordu…

Buna inanmadım. Ben suçsuzdum, evet, ama aynı zamanda suçla doluydum. Şimdime karışan o eski geçmişimin izlerinde, küçük bir kız olarak suçsuzdum, kasvetli ve gri-beyaz kışlarda ve sarayların boğucu zorunluluklarında sessiz bir yeniyetme olarak ve bugün, Kralla olup bitenlerde de suçsuzdum, çünkü olduğumdan başka bir şey olamazdım; suçum — korkunç suçum — sadece, bütün bunları çok iyi bilmem ve bunları sahte, yalan olarak değerlendirmemdi ve gizemimin köküne inmek islediğimde o inişi gerçekleştirmekten korktum ve yoluma çıkan görünmez duvarlardan ötürü utanç dolu bir minnettarlık duydum. Öyleyse lekeli ve dürüst bir ruhum vardı, başka neyim vardı, başka ne kalmıştı, ah evet, hâlâ bir şey daha vardı: Bedenim; ona dokunmaya başladım, o karanlıkta onu usta bir dedektifin suç mahallini incelemesi gibi inceledim. İlginç bir araştırmaydı, çünkü bu çıplak vücuda dokunurken parmaklarımda hafif bir iğnelenme hissettim, bu benim kendimden duyduğum korku olabilir miydi? Ama güzeldim, kaslarım esnek ve yuvarlaktı, bacaklarımın üst kısımlarını, yabancı nesnelermişçesine, kimsenin kendi kendine tutmayacağı bir biçimde kavrayarak, onları sıkan ellerimin altında, düzgün ve hoş kokulu tenimin altında, uzun kemikleri hissedebiliyordum, ama nedense bileklerime ve dirseğimin iç kısmına dokunmaktan korkuyordum.

Bu isteksizliği yenmeye çalıştım, yani orada ne olabilirdi ki… kollarım boynuma kadar sert ve pürüzlü dantellerle kaplıydı. Kuğu boynu dedikleri bir boynum vardı, başım yapmacıklıktan uzak, saygı uyandıran doğal bir mağrurlukla yükseliyordu üzerinde, örgülü saçların altında küçük, sert memeli, küpesiz, — nedense — deliksiz kulaklarım vardı, alnıma, yanaklarıma, dudaklarıma dokundum. Parmaklarımın ucuyla hissettiğim ifadeleri beni yine rahatsız etti. Beklediğimden farklı bir ifadeydi. Tuhaf. Ama hasta ya da deli değilsem, kendime nasıl bu kadar yabancı olabilirdim?

Kocakarı masallarına inanan küçük bir çocuğun masumiyetiyle, bileklerime, dirseklerime, kollarımın dirsekle bilek arasındaki kısmına uzandım, burada anlaşılmaz bir şey vardı. Parmak uçlarım hissizleşti, sanki sinirlere, damarlara bastıran bir şey vardı, zihnim bir kez daha türlü kuşkularla doldu: Bu tür bilgiler bana nasıl gelmişti, kendimi neden bir anatomi uzmanı gibi inceliyordum, bu ne Angelita’nın, ne güzel Mürebbiye’nin ne de lirik Tleniks gibi bir genç kızın tarzı değildi. Ama aynı zamanda içimde yatıştırıcı bir dürtü de hissettim: Bu çok normal, kendine şaşma, seni garip, hayalperest kuş beyinli, biraz hasta olduysan bunu unut, sağlıklı düşünceler düşün, randevunu düşün… Ama ya dirsekler, bilekler? Derinin altında — katı bir yumru gibi, şişmiş bezler mi vardı? Kireçlenme miydi? Bu imkânsızdı, güzelliğimle, onun mutlaklığıyla bağdaşmazdı. Yine de orada küçük bir sertlik vardı, ancak orayı, elimin üstünü, nabzın bittiği yeri ve dirseğimin kıvrımını sertçe sıktığımda hissedebiliyordum onu.

Demek vücudumun da sırları vardı, farklılığı ruhumun farklılığına, kendime ait düşüncelerimdeki korkusuna uyuyordu; bunda bir kalıp, bir ahenk, bir simetri vardı: Onda varsa bunda da vardı. Zihinde varsa, kollarda ve bacaklarda da vardı. Bende varsa sende de vardı. Ben, sen, bilmeceler, yorgundum, kanıma beni yenen bir yorgunluk girdi, ona teslim olmam gerekiyordu. Uykuya dalmam, kendimi başka bir özgürleştirici karanlığın unutuşuna bırakmam gerekiyordu. Sonra birden, kindar bir biçimde, o dürtüye kapılmama, bu şık (ama içi o kadar şık olmayan) faytonun dar sınırlarına ve bu fazlasıyla bilge, kıvrak zekâlı kızın ruhuna karşı koyma karan geldi! Gizli yaralarla dolu fiziksel güzelliğine meydan okuma! Ben kimdim? Karşı çıkışım, karanlıkta ruhumu yakarak adeta parlamaya başlayan bir öfkeye dönüşmüştü. Sed tamen potest esse totaliter aliter [2], bu nereden gelmişti? Ruhumdan mı? Gratia? Dominus meus?[3]

Hayır, yalnızdım ve yalnız başıma yukarı fırladım, dişlerimi o yumuşak döşemeli duvarlara geçirdim, içi doldurulmuş yeri yırttım, kuru ve sert malzeme dişlerimin arasında çatırdadı. Salyalarımla birlikte tükürdüm çıkan ipleri, tırnaklarım kırılıyordu, iyi, işte böyleydi, böyle yapılması gerekiyordu, bana karşı mı, yoksa başka birisine karşı mı, bilmiyordum, ama, hayır, hayır, hayır, hayır, hayır, hayır.

Bir ışık gördüm, önümde bir yılanın küçük başını andıran bir şey belirdi, tek farkı metal olmasıydı. Bir iğne miydi? Bir delinme acısı duydum, dizimin üzerinden, bacağımın üst kısmından, dışarıdan gelen bir delinme, küçük, neredeyse fark edilmez bir acı, bir delinme ve sonra hiçbir şey.

Hiçbir şey.

Bahçe bulutlarla kaplıydı. Şarkı söyleyen fıskiyeleriyle, hepsi aynı boy budanmış fundalıkları, ağaçların, çalıların, basamakların geometrisi, mermerden heykelleri, sütun süslemeleri, aşk melekleriyle kraliyet parkı… Ve ikimiz. Ucuz, sıradan, romantik, çaresizlikle dolu. Ona gülümsedim, bacağımın üst kısmında bir iz vardı. Delinmiştim. İsyan ettiğim ruhumda ve nefret etmeyi öğrendiğim bedenimde bir yardımcıları olmuştu. Yeterince marifeti olmayan bir dost. Artık ondan o kadar korkmuyordum, artık rolümü oynuyordum. Tabii ki o, bu rolü bana kabul ettirecek kadar zekiydi ve kalelerimi içeriden fethetmişli. Yeterince marifetli, ama yeterince değil — tuzağı gördüm. Amacını henüz bilmiyordum, ama tuzak görülebiliyordu, elle dokunulabilir bir şeydi; gören kişi, artık sadece varsayımlarla yaşamak zorunda olan kişi kadar korkmaz.

Çok zorluklar çektim, kendimle olan bu mücadelem, ağırlığıyla beni rahatsız eden günışığı, bitkilere değil, Majesteleri’ne daha çok haşmet ve hayranlık kazandırmak için yapılmış bahçeler… gerçekten de gecemi, günün böylesine tercih ederdim, ama gün buradaydı, o adam da… her şeyden habersiz, hiçbir şeyi anlamayan, kendi tatlı çılgınlığının yakıcı zevkine gömülmüş, üçüncü bir kişinin değil, benim büyüme kapılmış o adam… Tuzaklar, kapanlar, ölümcül bir çekicilik… ben bu muydum? Fıskiyenin kırbaç gibi inen suları, kraliyet bahçeleri, uzaktaki sis de bu amaca mı hizmet ediyordu? Ama gerçekten de, ne kadar aptalcaydı.

Kimin yıkımı, kimin ölümüydü söz konusu olan? Yalancı şahitler yeterli olmaz mıydı, peruklu ihtiyar adamlar, bir ilmek, zehir? Belki işin içinde daha büyük bir iş vardı. Kötü bir entrika, kraliyet parkelerinin üzerindeki gibi.

Yüce Majesteleri’nin bitkileriyle gayretli bir şekilde ilgilenen uzun deri çizmeli bahçıvanlar bize yaklaşmadılar. Sessizdim, sessizlik daha rahattı çünkü, upuzun bir merdivenin basamaklarına oturduk, sanki bir gün onu kullanmak için bulutlardaki yüksekliklerden inecek olan bir dev için yapılmıştı. Taşlara kakılmış armalar, çıplak aşk melekleri, satirler, silenler, üzerlerinden sular damlayan kaygan mermerler, hepsi de gri gökyüzü kadar kasvetli ve neşesizdiler. Pastoral bir manzara, Aucassin’iyle bir Nicolette, ne büyük bir saçmalık! Bu bahçelerde tamamen kendime gelmiştim, fayton uzaklaştı ve ben sanki buharlı, güzel kokulu bir banyodan yeni çıkmışçasına hafif adımlarla yürüdüm, şimdi giysim farklıydı, üzerinde soluk çiçek desenleri olan bir bahar giysisiydi ve kendisi de çiçekleri andırıyor, saygı uyandırıyor, bana bir dokunulmazlık havası veriyordu, Eos Rhododaktylos [4], ama ben üzeri çiyle kaplı çalıların arasından bacağımın üst kısmındaki izle yürüdüm, ona dokunmam gerekmiyordu, zaten dokunamazdım, ama anısı yetiyordu, onu silmemişlerdi. Ben, tutsak bir zihindim, doğumumda zincirlenmiş, köleliğe doğmuş bir zihin, yine de bir zihin. Böylece o görünmeden önce, o an zamanın bana ait olduğunu, yakınlarda bir iğne ya da dinleme cihazı olmadığını görerek, kendisini gösterisi için hazırlayan bir oyuncu gibi, fısıldayarak birşeyler söylemeye, onun önünde dile getirip getiremeyeceğimi bilmediğim şeyler söylemeye başladım, yani özgürlüğümün sınırlarını yokluyordum, günışığında, bir kör gibi dokunarak onları arıyordum.

Neydi aradığım? Sadece gerçek — önce, gramatik biçim değişikliği, sonra geçmişlerimin çeşitliliği, yaşamış olduğum her şey ve isyanımı durduran iğne. Bu, ona beslediğim sıcak duygulardan mı kaynaklanıyordu, onu yok etmemem için miydi? Hayır, onu sevmediğime göre, hem de hiç. Bu bir ihanetti: Birbirimizin haklarına tecavüz etmemizin hiçbir iyi amacı yoktu. O zaman onunla böyle mi konuşmalıydım? Fedakârlık ettiğimi, onu bir yıkımdan kurtarırcas ına kendimden kurtarmaya çalıştığımı mı söylemeliydim?

Hayır — durum hiç de öyle değildi. Bir aşkım vardı, ama başka bir yerde — bunun kulağa nasıl geldiğini biliyorum. Ah, evet, tutkulu bir aşktı, müşfik ve her şeyiyle sıradan. Kendimi bedenimle ve ruhumla ona vermek istiyordum, ama gerçekte böyle değildi, bu sadece geleneklere, saray adetlerine göre olması gerekendi, çünkü bu herhangi bir günah değil, muhteşem, saraya yaraşır bir günah olmalıydı.

Aşkım çok büyüktü, beni titretiyor, kalbimi çarptırıyordu, onun bakışının beni mutlu ettiğini görüyordum. Benim aşkım aynı zamanda çok küçüktü, benimle sınırlı, kurallara tâbiydi, tıpkı baş başa olmanın acı verici sevincini yansıtan, dikkatle kurulmuş bir tümce gibi. Bu yüzden, bu duyguların sınırı dışında, onu ne kendimden ne de başkasından korumak gibi bir dileğim yoktu, çünkü aklım aracılığıyla sevgimin dışına uzandığımda, o benim için bir hiçti, yine de o gece beni zehirli metalle delen şey her ne idiyse, ona karşı mücadelemde bir yardımcıya ihtiyacım vardı. Başka kimsem yoktu ve o kendini tamamen bana adamıştı: Ona güvenebilirdim. Tabii, bana karşı beslediği duyguların ötesinde ona güvenemeyeceğimi biliyordum. Bir reservatio mentalis[5] durumuna erişemezdi. Bu yüzden ona gerçeğin tümünü, yani aşkımın ve zehirli iğnenin kaynağının aynı olduğunu açıklayamazdım. Bu yüzden ikisinden de tiksindiğimi, ikisine karşı da nefret duyduğumu, tıpkı bir tarantulayı ezer gibi ikisini de ayaklarımın altında ezmek istediğimi açıklayamazdım. Geleneksel bir âşık olduğundan, beni, istediğim o özgürlükle kabul etmeyeceğinden bunu ona söyleyemezdim, bu özgürlük onu benden uzaklaştırırdı. Bu yüzden özgürlüğe aşk adını vererek onu kandırmaktan başka bir şey yapamazdım, sadece o yalan aracılığıyla ona kendisinin bilinmeyen birinin kurbanı olduğunu gösterebilirdim. Kral’ın mı? Evet, ama Majesteleri’ne zarar vermeye kalksa bile bu beni özgür kılmazdı; Kral — gerçekten de bu işin arkasındaki oysa — artık bu işle o kadar ilgisizdi ki, onun ölümü benim kaderimi hiçbir şekilde değiştiremezdi. Bu yüzden, yoluma bu şekilde devam edip edemeyeceğimi görmek için, bir Venüs yontusunun, çıplak kalçaları dünyevî aşkın bütün yüce ve bayağı tutkularım temsil eden o abidenin önünde durdum; tıpkı bir bıçağı biler gibi, korkunç açıklamamın savlarım keskinleştirmek üzere yalnız olabilmek için.

Bu çok zordu. Kendimi sürekli geçilmez bir sınırın önünde buldum, dilimin ne zaman tutulacağını, aklımın nerede tökezleneceğini bilmeksizin; o akıl ki benim baş düşmanımdı. Tamamen yalan söylemek değil, ama gerçeğin, gizemin özüne de tam olarak inmemek. Yarıçapını ancak yavaş yavaş azaltabildim, tıpkı bir helezon gibi içeri doğru kıvrılarak. Ama uzaktan onu gördüğümde, yürüyüşünü, üzerinde koyu renk peleriniyle hâlâ küçük bir siluet olarak bana doğru koşmaya başladığını gördüğümde, bütün bunların hiçbir amacı olmadığını, tarza uygun olmadığını anladım. Bu ne biçim bir aşk sahnesiydi böyle, Nicolette Aucassin’e onun kasabı, kendisini öldüren kılıcı olduğunu itiraf ediyor! Masal tarzına bile uygun değildi, beni büyüden kurtarıp gelmiş olduğum hiçliğe döndürebilecek bir masal. Bilgelik burada tamamen yararsızdı. Böylesine güzel bir kız, kendisini karanlık güçlerin ale ti olarak görüyor ve iğnelerden, kılıçlardan söz ediyorsa, bu şekilde konuşuyorsa, delidir. O, gerçekliğe değil kendi çarpık zihnine tanıklık etmekte, bu yüzden sadece sevgi ve adanmıştık değil, merhamet de hak etmektedir.

Böylesi duygulardan ötürü sözlerime inanmış gibi yapabilir, tehlikeyi görmüş gibi yaparak beni özgür kılmak için atılacak adımlar konusunda bana güvence verebilir, aslında yapmak istediği beni bir hekime göstermek, bahtsızlığımın haberini herkese yaymak olabilir — ona hakaret etmek daha iyi olacak. Ayrıca, bu karmaşık durumda, benim müttefikim olduğunda aşkına kavuşma umuduyla yanıp tutuşan âşık rolünden vazgeçmesi gerekecekti ki bunu istemeyeceği kesindi, onun çılgınlığı normaldi, güçlüydü, ayaklan yere basan bir çılgınlıktı: Sevmek, ah sevmek, yürüdüğüm yoldaki çakıl taşlarını çiğneyip yumuşak kuma çevirmek, evet, ama ruhumun köklerinin çözümleme canavarlarıyla oynamamak…

Öyle gözüküyordu ki ben onun yıkımı için bir araç idiysem, onun ölmesi gerekiyordu. Vücudumun hangi parçasının onu öldüreceğini bilmiyordum, bir kucaklaşma sırasında ön kolum ya da bileklerim mi? Bu fazlasıyla basit olurdu, ama artık başka türlü olamayacağını biliyordum.

Bahçe sanatının ustaları tarafından güzelleştirilmiş yollar boyunca onunla birlikte yürümem gerekiyordu; Venüs yontusundan hemen uzaklaştık, çünkü güzelliğini gösterişli bir şekilde sergileyişi yüce duygularımızın ilk romantizmine ve mutluluğumuzun utangaçlığına uygun değildi. Satirlerin önünden geçtik, onlar da cüretliydi, ama onlarınki duruma daha uygundu, çünkü taştan yapılmış bu kaba, tüylü yaratıkların erkekliği benim saflığıma dokunamazdı, onlara ne kadar yaklaşsam da bozulmazdı bu saflık: Onların mermersi şehvetlerini anlamama izin verilmemişti.

Elimi öptü, tam o yumrunun bulunduğu yerden, ama onu dudaklarıyla hissedemedi. Peki benim kurnazlığım neredeydi? Faytonun karanlığında mı? Yoksa Arrhodes’in ağzından bazı sırlar mı almam gerekiyordu: Sonu yaklaşmış bu bilge adamın göğsüne dayanmış güzel bir stetoskop muydum?

Ona hiçbir şey söylemedim.

İki gün içinde, aşk ilişkisi gerektiği gibi gelişti. Bir avuç iyi hizmetkârla birlikte, Kralın kaldığı yerden sekiz yüz metre uzaktaki bir yerde kalıyordum. Kâhyam Flobe, bahçedeki buluşmadan sonraki gün bu şatoyu kiralamıştı, bu adımın atılması için gerekenlerin nasıl karşılandığı konusunda hiçbir şey söylemeden; ben de, para meselelerinden anlamayan bir kız gibi, sormamıştım. Sanırım onu hem korkutuyor hem de rahatsız ediyordum, büyük olasılıkla sırdan habersizdi, Kral’ın buyruklarına göre hareket ediyordu, sözlerinde bana karşı saygılıydı, ama gözlerinde küstah bir ironi gördüm, herhalde beni Kralın yeni gözdesi olarak görüyordu ve fayton gezintilerim, Arrhodes’le buluşmalarım onu fazla şaşırtmamıştı, çünkü Kral’ın, bir cariyesine, kendisinin anlayabileceği bir kalıba uygun olarak davranmasını bekleyen bir hizmetkâr, iyi bir hizmetkâr olamazdı. Bir timsahı okşayıp sevseydim, gözünün ucuyla bile bakmazdı. Kraliyet iradesi sınırları içinde özgürdüm ve Kral bana bir kez bile yaklaşmadı. Artık, erkeğime hiçbir zaman söyleyemeyeceğim bazı şeyler olduğunu biliyordum, çünkü bunları düşündüğümde bile dilim tutuluyor, dudaklarım uyuşuyordu, tıpkı faytondaki ilk gece kendime dokunduğumda parmaklarımın uyuştuğu gibi. Arrhodes’in beni aramasını yasakladım, o da bunu geleneksel olarak, onuruma gölge düşmesinden korktuğum biçiminde yorumladı ve iyi adam bu konuda kendine hâkim oldu. Üçüncü günün akşamı, sonunda kim olduğumu keşfetmeye başladım. Yatmak üzere hazırlanmıştım, duvardaki aynanın önünde soyunarak bir heykel gibi çırıl çıplak durdum, tuvalet masasının üzerinde gümüş tokalar ve çelik neşterler duruyordu, üzerlerinde kadife bir şal örtülüydü, çünkü keskinliklerinden değil, ışıltılarından korkuyordum. Dik memelerim, pembe uçlu ve yanlara dönüktü, kalçamdaki delikten iz kalmamıştı; bir ameliyata hazırlanan bir cerrah ya da bir kadın doğum uzmanı gibi, iki elimi kapatıp beyaz, düzgün etime bastırdım, kaburgalarım baskıyla gömüldü, ama göbeğim Gotik resimlerdeki kadınlarınki gibi çıktı, sıcak ve yumuşak dış tabakanın altında bir direnç, bir sertlik hissettim ve ellerimi yavaş yavaş yukarıdan aşağıya gezdirirken içeride oval bir şekil hissettim. İki yanımda altışar mum yanıyordu; korkudan değil, bana güzel göründüğünden en küçük neşteri elime aldım.

Aynadan, kendimi kesecekmişim gibi görünüyordu, son derece kusursuz bir manzaraydı; her şey en ince ayrıntısına kadar tarza uygundu, büyük karyola, perde, iki sıra halindeki uzun mumlar, elimdeki ışıltı ve tenimin solukluğu, çünkü vücudum ölesiye korkmuştu, dizlerim titriyordu, sadece neşteri tutan el gereken sarsılmazlığa sahipti. Oval sertliğin en belirgin olduğu ve kıpırdamadığı yere, göğüs kemiğinin hemen allına, derinlere sapladım neşteri, acı azdı ve sadece yüzeydeydi, yaradan sadece bir tek damla kan aktı. Kasap ustalığını yavaş yavaş ve anatomik bir incelikle gösteremeyerek, vücudu kasığa kadar ikiye yardım, şiddetle, dişlerimi sıkıp gözlerimi kapatabildiğim kadar sıkı kapatarak… Bakmak, hayır, bakacak gücüm yoktu. Ama artık titremiyordum, sadece buz gibi soğuktum; oda, sanki nöbet geçiriyormuşum gibi aldığım kesik soluklarla doluydu, bu sesler benden uzakta ve bana yabancı gibiydi. Birkaç tabaka, beyaz deri gibi ayrıldı ve aynada gümüş, dev bir cenin gibi yatan bir şekil gördüm, içimde — katlamayan, sadece pembeleşmiş — et kıvrımları arasında parlak bir koza vardı. Kendine böyle bakmak ne büyük bir dehşet! Saf, lekesiz, dokunulmamış, gümüş renkli yüzeye dokunmaya cesaret edemedim. Küçük bir tabut gibi parlayan karın, mum alevlerini yansıtıyordu, hareket ettim ve o zaman bir cenininki gibi kıvrılmış incecik kollarını ve bacaklarını gördüm, vücudumun içlerine uzanıyorlardı ve birden onun bir o, yabancı bir şey, farklı ve başka bir şey olmadığını anladım, bendim. Demek, bahçe patikalarındaki ıslak kumların üzerinde yürürken ayaklarımın bu kadar derin izler bırakmasının, gücümün nedeni buydu, bendim, hâlâ kendimdim, o girdiğinde bunu kendi kendime tekrar edip duruyordum.

Kapı kilitli değildi — kilitlemeyi unutmuştum. Kendi cüretine şaşırarak yavaşça içeri girdi; önünde — sanki mazereti ve savunmasıymış gibi — koca bir kırmızı gül demeti tutuyordu bir kalkan gibi, öyle ki benimle karşılaştığında ve ben bir çığlıkla arkama döndüğümde, gördü ama farkına varmadı, anlamadı, anlayamadı. Artık korkudan ötürü değil, sadece korkunç, boğucu bir utançla iki elimle birden oval gümüşü kapatıp içime sokmaya çalıştım, ama o fazlasıyla büyüktü, ben de bıçakla fazlasıyla açılmıştım.

Yüzü, sessiz haykırışı ve kaçışı. Olayın bu bölümünü anlatmasam daha iyi olacak. İzin almak, davet edilmek için bekleyememişti, bu yüzden çiçeklerini alıp gelmişti, ev boştu, kimse planladığım şeyi yaparken beni rahatsız etmesin diye hizmetkârları göndermiştim — o sırada artık benim için açık olan başka hiçbir yol, yapılacak başka hiçbir şey yoktu. Ama belki de ilk şüpheleri daha o zaman uyanmaya başlamıştı. Bir gün önce, kurumuş bir nehir yatağından geçerken beni kollarında taşımak istediğini, benim de reddettiğimi hatırlıyorum. Bunu içten ya da yapmacık bir alçakgönüllülükten ötürü değil, böyle yapmam gerektiği için yapmıştım. O zaman, yumuşak çamurdaki küçük ve derin ayak izlerimi fark etti, bir şey söyleyecekti, zararsız bir şaka olacaktı bu, ama birden kendini tuttu ve çatılmış kaşları arasında artık benim için bildik olan o kırışıkla, arkasından tırmanırken bana yardım etmek için elini bile uzatmadan karşıdaki tepeye gitti. Belki o zamandı. Sonra, tepenin tam üstündeyken, tökezledim ve — dengemi sağlamak için — küçük bir ağacın dalına tütündüm, çalının tümünü kökleriyle çektiğimi hissettim, bunun üzerine, yıkıcı, inanılmaz kuvvetimi göstermemek için reflekslerime uyarak dizlerimin üzerine çöktüm. O kenardaydı, bakmıyordu, ben öyle sanıyordum, ama her şeyi gözünün ucuyla görmüş olabilirdi. O halde onu buraya, bu şekilde, izinsizce girmeye iten kuşku muydu, yoksa söz geçiremediği tutkusu mu? Bunun önemi yoktu.

Duyargalarımın en kalın bölümlerini kullanarak, kozadan çıkmak için açık bedenin kenarlarına bastırdım, kendimi çabucak serbest bıraktım, sonra Tleniks, Mürebbiye, Minyon önce dizlerinin üzerine çöktü, sonra yüz üstü kenara devrildi ve ben de bacaklarımı doğrultarak, yengeç gibi yavaş yavaş geriye çekilerek onun içinden çıktım. Arrhodes’in kaçışıyla uçuşan mum alevleri hâlâ titriyor, aynadan yansıyorlardı. Bacakları açık bir halde yatan çıplak şey hareketsizdi; ona, kozama, sahte cildime dokunmak istemediğimden etrafından dolandım ve gövdesi ortadan eğilmiş bir böcek gibi kalkarak aynada kendime baktım. Bu bendim, dedim kendi kendime sözcükler olmadan, ben. Hâlâ bendim. Düzgün kabuklarım, böceksi, yumru yumru eklemler, soğuk gümüşsü parıltısıyla karın, hız için tasarlanmış dikdörtgen yan taraflar, daha koyu, çıkıntılı baş, bu bendim. Bu sözcükleri zihnime kazımak istercesine tekrar tekrar söyledim ve aynı zamanda içimde Mürebbiye, Tleniks, Angelita’nın geçmişleri sönükleşerek yok oldu, uzun zaman önce okunmuş kitaplar, artık etkisini ve önemini yitirmiş çocuk kitapları gibi, onları anımsıyordum, başımı yavaşça çevirerek, yansıda kendi gözlerimi arayarak ve anlamaya başlayarak, her ne kadar bana ait olan bu biçime henüz alışmamış olsam da. İçimi boşaltmam benim isyanım değildi, planın öngörülmüş bir parçasıydı, her şey öyle bir biçimde tasarlanmıştı ki sonunda isyanım boyun eğişim olacaktı. Hâlâ eski becerim ve rahatlığımla düşünebildiğim için, bu yeni bedene de teslim oldum; parlak metaline, gerçekleştirmeye başladığım hareketler işlenmişti.

Sevgi öldü. Sende de ölecek, ama yıllar ya da aylar sonra, içimde yine o tükenmeyi hissettim, bu üçüncü başlangıcındı. Zayıf bir tıslamayla üç kez odanın çevresinde koştum, titrek duyargalarımı artık dinlenmemin yasak olduğu o yatağa uzatarak. Onu izleyebilmek için beni istemeyen, beni sevmeyen sevgilimin kokusunu yokladım; beni tanıyordu, ama bu yeni — büyük olasılıkla son — oyunda tanımıyordu. Deli gibi kaçışının izlerini, bıraktığı açık kapılardan, etrafa saçılmış güllerden takip edebilirdim, kokuları bana yardım edebilirdi, kısa bir süre de olsa onun kokusuna karışmışlardı. Aşağıdan, yerden, yani yeni bir bakış açısından gördüğüm odalar bana fazlasıyla büyük, hantal ve gereksiz mobilyalarla dolu göründü, yarı karanlıkta âşinâ olmadığım korkunç bir görüntü oluşturuyorlardı, sonra pençelerimi sıyıran taş merdivenler, ardından karanlık ve rutubetli bahçeye koştum — bir bülbül şakıyordu. İçimden eğlendim, çünkü bu tamamen gereksiz bir ayrıntıydı, bir sonraki sahne için başka şeylere ihtiyaç vardı. Ayaklarımın altındaki çakıl taşlarının gıcırtısını duyarak epey bir süre çalıların arasında dolaştım, sonra kokuyu yakalayarak hızla ileri atıldım. Kokuyu almamak elimde değildi, havada uçuşan kokuların birleştiği özgün bir ahenkten, geçişiyle yarılan hava dalgalarından oluşmuştu kokusu. Gecenin rüzgârı henüz bu kokuyu dağıtmamıştı ve böylece ben de artık sonsuza dek benim olacak şeyi buldum.

Ona zaman kazandırmak kimin isteğiydi bilmiyorum, çünkü onun peşinden gitmek yerine tan ağarana dek kraliyet bahçelerinde dolaştım. Bu, bir ölçüde işe yaramıştı, çünkü çalılardan yapılmış çitlerin arasında el ele dolaştığımız yerlerde dolandım, böylece onun kokusunu iyice ezberledim, başka kokularla karıştırmam imkânsızdı artık. Doğru, ardından gidip onu, kafa karışıklığının çaresizliği içinde yakalayabilirdim, ama bunu yapmamıştım. O geceki davranışlarımın bambaşka bir açıklaması da olabilirdi, sevgilimi kaybedip onun yerine bir kurban elde edişimden ötürü derin bir acıya düşmüştüm ve belki de, nefret ettiği adamın aniden öleceği düşüncesi artık Kral’ı o kadar da tatmin etmiyordu. Belki de Arrhodes eve koşmamış, arkadaşlarından birine gitmişti ve orada kendi sorularını yanıtladığı ateşli bir monologda (başka birinin varlığı, sadece onu sakinleştirmek için gerekliydi) bütün gerçeği kendi kendine görmüştü. Ne olursa olsun, bahçedeki davranışlarım hiçbir şekilde ayrılığın acısını yansıtmıyordu. Duygusal kimselerin bunu hiç de hoş karşılamayacağını biliyorum, ama ne ovuşturacak ellerim, ne akıtacak gözyaşlarım, ne üzerine düşebileceğim dizlerim, ne de bir gün önce toplanmış çiçeklere bastıracak dudaklarını vardı, bu yüzden çaresizliğe teslim olmadım. Şimdi kafamı meşgul eden, sahip olduğum sıradışı farklılığın inceliğiydi, çünkü yollarda koşup dururken, en yanıltıcı ve yakın kokuları bile, artık kaderim ve zorlu çabalarımın amacı olan şeyle karıştırmadım. Soğuk sol akciğerimde, her bir hava molekülünün sayısız tarayıcı hücrenin dolambaçlı yollarında ilerlediğini hissediyordum, şüpheli zerreler sıcak olan sağ ciğerime aktarılıyor, orada içsel gözüm onu titizlikle inceliyor, anlamını buluyor ya da yanlış koku olduğuna karar verip onu atıyordu; bütün bunlar küçük bir böceğin kanatlarının titremesinden, kavrayabileceğinizden daha hızlı gerçekleşiyordu. Şafak söktüğünde bahçeden ayrıldım. Arrhodes’in evi boştu, kapısı açıktı, yanına silah alıp almadığına bakmaya gerek bile görmeden, yolda bırakmış olduğu taze izleri buldum ve gecikmeden onları izledim. Uzun zaman arayacağımı sanmıyordum. Ancak günler haftaları, haftalar ayları izledi ve ben hâlâ onun peşindeydim.

Bu bana, kendi kaderini kendisi tayin eden birinin yaptıklarından daha iğrenç görünmüyordu. Yağmurların, yakıcı güneşlerin altında, tarlalardan, derelerden, sık çalılıktı ve ağaçlıklı yerlerden geçtim, kuru sazlar gövdemden kaydı, su birikintilerinden ya da sellerle kaplı düzlüklerden geçerken üzerime sıçrayan sular, kocaman damlalar halinde oval sırtımdan, gözyaşları gibi başımdan aşağı aktı, ama bunun hiçbir anlamı yoktu. Sürekli koşturmamda, beni uzaktan gören herkesin arkalarını dönüp bir duvara, bir ağaca, bir çite yapıştıklarını, sığınacak bir yerleri yoksa yere çöküp elleriyle yüzlerini kapattıklarını ya da yüzü koyun yere kapanıp, ben uzaklaşana kadar öylece yattıklarını fark ettim. Uykuya ihtiyacım yoktu, bu nedenle geceleri de köylerden, yerleşim birimlerinden, küçük kasabalardan, toprak kaplarla ve kurumak üzere iplere dizilmiş meyvelerle dolu pazar yerlerinden geçtim, beni gören kalabalıklar önümden dağılıyor, çocuklar bağırıp çağırarak ara sokaklara kaçışıyorlardı; bunların hiçbirine aldırmadan hızla yoluma devam ettim. Kokusu, bir vaat gibi dolduruyordu beni. Artık bu adamın görünüşünü unutmuştum ve zihnim, özellikle de gece koşmalarım boyunca, bedenin dayanıklılığına sahip değilmiş gibi, kendi içine çekildi, öyle ki artık kimin ardından gittiğimi, hatta birisini takip edip etmediğimi bile bilmez hale geldim; tek bildiğim yola devam etmek istediğimdi, havada uçan zerrelerin izleri dünyanın çeşitliliğinden ayrılarak yoğunlaşsın istiyordum; çünkü bu izlerin zayıflaması, doğru yönde olmadığım anlamına gelecekti. Kimseye soru sormadım ve kimse bana yaklaşıp hitap etmeye cesaret edemedi. Nedense beni, yaklaştığımda duvarlara yapışanlardan, başlarının üzerini kollarıyla kapatarak yere kapananlardan ayıran uzaklığın, gergin olduğunu hissediyordum ve bunun, bana duyulan korku dolu bir saygıdan kaynaklandığını anladım, çünkü ben Kral’ın avının peşindeydim ve bana tükenmeyen bir güç verilmişti. Ara sıra, sessizce ve aniden ortaya çıktığımda yetişkinlerin kavrayıp göğüslerine bastıramadıkları küçük bir çocuk ağlamaya başlıyordu, ama ben buna aldırmadım, çünkü koşarken yoğun, bölünmeyen konsantrasyonumu korumam gerekiyordu, hem dışarıya, kumlarla ve tuğlalarla kaplı, gök mavileriyle örtülü yeşil dünyaya, hem de iki ciğerimin etkin bir şekilde çalışmasıyla ortaya çıkan, hatasızlığında büyük bir ihtişam taşıyan o güzel moleküler müziğin geldiği iç dünyama yoğunlaşmalıydım. Nehirler, körfezler, boşalmakta olan derelerin çamurlu yataklarını geçtim ve bütün hayvanlar benden uzak durdu, korkuyla kaçtı ya da çatlamış toprağı kazmaya başladı, birine yaklaşacak olsam yaptığı her şey kesinlikle boş bir çaba olacaktı, çünkü kimse benim kadar hızlı hareket edemiyordu, ama ben dört nala kaçan, boğuk sesleriyle kişneyen, bağrışan, feryat eden o tüylü, eğik kulaklı yaratıkları görmezlikten geldim, onlar beni ilgilendirmiyorlardı, benim başka bir amacım vardı.

Bazen bir misil gibi, büyük karınca yuvalarının üzerinden geçtim, içlerinde yaşayan küçük, koyu kırmızı, siyah, benekli yaratıklar, benim parlak kabuğumun altında çaresizce kaydılar, bir iki kez büyük bir hayvan yolumu kapattı, onunla aramda bir anlaşmazlık olmadığı halde, birbirimizin etrafında dolaşıp birbirimizden kaçmakla vakit geçirmemek için gerilip üzerine atladım ve ardından bir kalsiyum kırılışı, sırtıma ve başıma sıçrayan kırmızı lekeler… öylesine hızla uzaklaştım ki, bu ani ve şiddet dolu eylemimin yol açtığı ölümü ancak sonraları düşünebildim. Savaş meydanlarından geçtiğimi anımsıyorum, gri ve yeşil cüppelerle kaplı alanlar, kimi hâlâ hareket ediyordu, kimininse içinde kokmuş ya da tamamen kuruduğundan hafif kirli görünen beyaz kemikler vardı; ama bunları da görmezlikten geldim, çünkü daha önemli bir işim, sadece benim için yaratılan bir işim vardı. Çünkü izler geriye dönecek, katlanacak, kendini kesecek ve sonra tuz göllerinin kıyılarında yitecekti, orada güneş onu ciğerlerimi rahatsız eden toz haline getirene kadar çatlatacak, ya da yağmurlar onu yalayıp yutacaktı; giderek anladım ki, benden kaçan bu şey çok kurnazdı, beni şaşırtmak ve benzersizliğinin izlerini taşıyan molekül dizisini bozmak için elinden geleni yapıyordu. Peşinde olduğum şey sıradan bir ölümlü olsaydı, belli bir süre sonra onu yakalayabilirdim, yani içine düştüğü dehşetin ve çaresizliğin, kendisini bekleyen cezayı çoğaltması için gereken zamandan sonra. Tükenmeyen hızım ve iz süren ciğerlerimin hatasız işleyişiyle onu çoktan yakalayabilir, düşünce hızıyla öldürebilirdim. Önce ona fazla yaklaşmadım, kokusunun soğumasını bekledim, hem yeteneğimi göstermek hem de adetlere uygun olarak takip edilen kişiye yeterli zaman vermek için; bence bu iyi bir adet, çünkü korkunun artmasına neden oluyor; bazen aramıza epey mesafe koymasına izin verdim, çünkü beni sürekli yakınında hissederse bir çaresizlik anında kendine bir zarar verebilir, böylece benim gerçekleştireceğim işten kaçabilirdi. Bu yüzden ne onun üzerine gereğinden çabuk bir şekilde atılmaya, ne de onu, kendisini neyin beklediğini anlamasına vakit kalmayacak bir şekilde beklenmedik bir anda yakalamaya niyetim yoktu. Geceleri durup çalıların altında gizlendim, bunu dinlenmek için yapmıyordum, dinlenmek gereksizdi, bu kasıtlı bir gecikmeydi ve bana bundan sonraki adımlarda neler yapacağımı düşünmek için zaman veriyordu. Artık avımı, bir zamanlar talibim olan Arrhodes olarak düşünmüyordum, çünkü o anı kendi kendini kapatmıştı ve onun rahat bırakılması gerektiğine inanıyordum. Pişman olduğum tek şey, artık, o eski tuzakları hatırladığımda Angelita, Mürebbiye, tatlı Minyon gibi gülümseme yeteneğine sahip olmayışımdı ve birkaç kez, onlarla artık hiçbir benzerliğim olmadığına kendimi ikna etmek için ayın ışıdığı suyun aynasında kendime baktım, hâlâ güzeldim, ama şimdiki güzelliğim ölümcüldü, hayranlığın yanında büyük bir dehşet uyandırıyordu. Gece konaklamaları, karnıma yapışmış kuru çamurları temizleyip gümüşü ortaya çıkartmama yaradı, yola çıkmadan önce hazır olup olmadığını sınamak için iğnemin ucunu ayaklarımın düz tarafıyla tutarak hafifçe hareket ettiriyordum, çünkü onu ne zaman, hangi saatte kullanacağımı bilmiyordum.

Bazen sessizce insanların yaşadığı yerlere yaklaşır, kendimi arkaya doğru atarak parlak duyargalarımla bir pencerenin eşiğine yapışır ya da saçaklardan özgürce sallanmak için çatıya tırmanarak seslerini dinlerdim, çünkü ne de olsa bir çift avcı ciğeriyle donatılmış cansız bir mekanizma değildim, aklı olan ve aklını kullanan bir varlıktım. Kovalamaca, artık herkesin haberdar olacağı kadar uzun sürmüştü. İhtiyar kadınların çocukları benimle korkuttuklarını duydum, Kral’ın elçisi olarak benden ne kadar korkuluyorsa o kadar çok sevilen Arrhodes hakkında sayısız öyküler dinledim. Sıradan insanlar verandalarında otururlarken neler konuşuyorlardı? Benim, Kral’a karşı çıkmaya cüret eden bir bilgeyi yakalamak için gönderilen bir makine olduğumu söylüyorlardı.

Ama ben sıradan bir ölüm makinesi olarak tasarlanmamıştım, istediği kılığa girebilen özel bir makineydim: Bir dilenci, beşikteki bir bebek, güzel bir genç kız ya da metal bir sürüngen. Bu biçimler, katil elçinin, kurbanını kandırmak için büründüğü larvalardı, ama diğer herkese gümüşten bir akrep olarak görünüyordu, öylesine hızla hareket ediyordu ki daha kimse bacaklarını sayamamıştı. Burada öykü değişik şekiller alıyordu. Bazıları bilgenin, Kral’ın iradesine karşı çıkan halkı özgürlüğüne kavuşturmayı istediğini, bu yüzden de Kral’ın gazabını üzerine çektiğini söylüyordu; kimiyse yaşam suyuna sahip olduğunu ve şehitleri diriltebildiğini, bununsa Kral tarafından kendisine yasaklanmış olduğunu söylüyordu, ama o, hükümdarın iradesine boyun eğmiş gibi görünse de, gizliden gizliye idam edilmiş adamlardan oluşan bir ordu topluyordu. Bu adamlar isyancıların toplu olarak öldürülmesinden sonra kalede katledilmişlerdi. Daha da başkaları, Arrhodes hakkında hiçbir şey bilmiyorlar, ona birtakım olağanüstü nitelikler atfetmiyorlardı; onu ölüme mahkûm biri olarak görüyorlar ve sırf bu yüzden onu kayırıp desteklemeleri gerektiğini düşünüyorlardı. Kral’ın öfkesini ilk olarak neyin uyandırdığı, neden bütün ustalarını çağırıp onlara işliklerinde bir ölüm makinesi yapmalarını buyurduğu bilinmiyordu; herkes tasarının kötücül, buyruğunsa günah dolu olduğunu düşünüyordu, çünkü kurban her ne yapmışsa, bu, Kral’ın kendisi için hazırlamış olduğu kader kadar korkunç olamazdı. Köylülerin sınır tanımaz hayal güçleriyle yarattıkları bu abartılı öykülerin sonu yoktu, ama tek bir konuda birleşiyorlardı: Benden, akla gelebilecek en iğrenç niteliklerle söz etmek konusunda.

Aynca, Arrhodes’i kurtarmak için yola çıkan kahramanlar hakkında da sayısız yalanlar işitmiştim. Bu adamlar güya benim yolumu kesmişti, ancak güç dengeleri eşit olmadığından yenilmişlerdi — bunlar yalandı, çünkü tek bir kişi bile böyle bir şey yapmaya cüret edememişti. Bu hikâyelerde hainler de eksik olmuyordu, sözde bu kimseler ben Arrhodes’in izini bulamayacak hale geldiğimde bana onun izini göstermişlerdi — bunlar da abartılı yalanlardı. Ama benim kim olduğuma, kim olabileceğime, kafamda neler olduğuna, çaresizliği ve kuşkuyu bilip bilmediğime gelince, kimse bir şey söylemiyordu, bu da beni şaşırtmadı.

Halkın bildiği basit iz sürme makineleri hakkında da az şey işitmedim, Kral’ın yasa yerine geçen buyruğunu yerine getiren makineler hakkında. Bazen kendimi mütevazi kulübelerde yaşayan insanlardan saklamak yerine güneşin doğmasını bekledim, otların üzerinde ışınları sayesinde şimşek gibi parlayarak sıçrayayım, alev alev yanan çiy tanelerinin içinde bir önceki günün yolculuğunu yeni başlangıcına bağlayayım diye. Hızla koşarken, karşılaştığım insanların yerlere kapanması, gözlerini donuk bir ifade kaplaması beni memnun etti, beni dokunulmaz bir hale gibi saran mutlak korkudan zevk aldım. Ama bir süre sonra alt koku hissim tembelleşti, üst koku alma hissimle tepelik arazide boşuna dolandım, o zaman bir talihsizlik hissi yaşadım, kusursuzluğumun yararsızlığını gördüm, sonunda bir tepenin üzerinde, kollarım rüzgârlı göğe karşı dua eder gibi birleşmiş bir halde ayakta dururken karnımı dolduran yumuşacık bir sesle anladım ki henüz her şey yitirilmemişti, bu nedenle bu fikrin gerçekleşebilmesi için uzun zaman önce vazgeçtiğim şeye — konuşma yeteneğine — uzandım. Bunu öğrenmem gerekmiyordu, ona zaten sahiptim, ancak bunu içimde uyandırmam gerekiyordu; önce sözcükleri sertçe ve ahenksizce söyledim, ama çok geçmeden sesim insanınkine benzemeye başladı, ben de konuşmak için tepeden aşağı koşmaya başladım, çünkü koku alma hissim işe yaramamıştı. Kurbanıma karşı kesinlikle nefret duymuyordum, çok akıllı ve usta olduğunu göstermiş olsa da aslında işin kendisine düşen kısmını yerine getiriyordu, tıpkı benim de bana düşeni yerine getirdiğim gibi. Kokunun giderek azaldığı yol ayrımlarını buldum ve titreyerek, ama yerimden hiç kıpırdamadan orada durdum, çünkü bacaklarımın bir çifti beni kireç tozuyla kaplı yola doğru, çırpınarak kayalara sarılan diğer çiftse ters yöne, beyaz duvarları parlayan, büyük ağaçlarla çevrili küçük bir manastırın olduğu yola doğru çekiyordu. Titrememi durdurarak, ağır ağır, neredeyse isteksizce, manastırın kapısına doğru tırmandım; kapının altında, yüzünü yukarı kaldırmış, büyük ihtimalle ufukta doğmakta olan güneşe bakan bir keşiş duruyordu. Ansızın ortaya çıkarak onu şaşırtmamak için yavaşça yaklaştım ve onu selamladım. Hiçbir şey söylemeden gözlerini bana diktiğinde, kendi başıma üstesinden gelemediğim bir konuda günah çıkartmama izin verir mi diye sordum. Önce korkudan donakaldığını düşündüm, çünkü ne hareket etmiş ne de bir yanıt vermişti, sadece düşünüyordu, sonunda kabul ettiğini belirtti. O önde, ben arkada manastırın bahçesine girdiğimizde tuhaf bir çift oluşturuyor olmalıydık, ama o erken saatte etrafta kimsecikler yoktu, gümüşten peygamber böceği ile beyaz rahibi görüp şaşıracak bir Tanrı’nın kulu yoktu. Kara çam ağacının altında farkında olmadan, alışkanlıkla, itiraf dinleyen rahip pozisyonunu aldı, yani bana bakmadan sadece başını benim bulunduğum yöne çevirerek oturdu; ona bu yola çıkmadan önce, Kral’ın isteğiyle kaderi Arrhodes’e bağlanmış olan genç bir kadın olduğumu, onunla baloda tanıştığımı ve onun hakkında hiçbir şey bilmeden onu sevdiğimi, hiç düşünmeden onda uyandırdığım sevgiyi üstlendiğimi, sonunda o gece vücudumda açılan delikle onun için ne ifade edebileceğimi anladığımı ve ikimiz için de başka bir kurtuluş yolu görmediğimden kendimi bir bıçakla yardığımı, ama ölmek yerine metamorfoz geçirdiğimi anlattım. O andan sonra, daha önce sadece şüphelendiğim bir dürtünün beni sevgilimin peşine düşürdüğünü ve onun için zalim bir Öfke haline geldiğimi söyledim. Ancak kovalama uzun sürmüştü, insanların Arrhodes hakkında söyledikleri kulağıma gelmeye başlamıştı ve bunlarda ne kadar gerçek payı olduğunu bilmediğim halde, bir kez daha ortak kaderimizi düşünmeye, bu adamdan hoşlanmaya başlamıştım. Onu öldürme isteğiyle yanıp tutuştuğumu anlamıştım, çünkü onu artık sevemezdim. Böylece kendi alçaklığımı, yani ters yüz olmuş aşkımı, bana karşı işlediği tek suçu kendi talihsizliği olan bir kişiden öç almak istediğimi görmüştüm. Bu yüzden artık bu kovalamacadan vazgeçmek, etrafımda uyandırdığım ölümcül korkuya bir son vermek istiyordum; evet, kötülüğü onarmak istiyordum, ama bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum.

Bildiğim kadarıyla, keşiş bu konuşmanın sonunda hâlâ güvensizliğini bırakmamıştı, çünkü konuşmaya başlamadan önce beni uyarmıştı, onun için ben özgür iradesi olmayan bir yaratığı temsil ettiğimden söyleyeceğim hiçbir şey itiraf sayılamazdı. Ayrıca kendi kendine benim kasıtlı olarak gönderilmiş olup olmadığımı sorabilirdi, çünkü gerçekten de bu tür casuslar vardı ve bunlar en olmadık kılıklara bürünebiliyorlardı, ama yanıtının dürüst düşüncelerden kaynaklandığı belliydi. “Peki ya aradığın kişiyi bulursan ne olacak? O zaman ne yapacağını biliyor musun?” diye sordu.

“Peder, ben sadece neyi yapmak istemediğimi biliyorum, ama onu bulduğumda içimde uyuyan güçlerden hangisi açığa çıkar, onu öldürmemeyi başarır mıyım, bilmiyorum,” diye yanıtladım.

Bana, “O zaman sana ne öğüt verebilirim? Bu görevin senden alınmasını mı istiyorsun?” dedi.

Ayaklarının dibinde yatan bir köpek gibi başımı kaldırdım ve güneş ışığının kafatasımın gümüşünden yansımasından ötürü gözlerini kıstığını görerek şöyle dedim: “Tek istediğim bu, her ne kadar o zaman hiçbir amacım kalmayacağı için beni zalim bir kaderin bekleyeceğini bilsem de. Kendisi için yaratılmış olduğum işi ben planlamadım ve Kral’ın arzusuna karşı gelmekle bunun bedelini ödeyeceğim, üstelik ağır bir biçimde ödeyeceğim kesin, çünkü böylesi bir suç cezasız kalamaz, bu yüzden sarayın mahzenlerindeki silah yapıcılarının hedefi olacağım ve beni yok etmek için dünyaya metalden bir av köpeği sürüsü yollayacaklar. İçime yerleştirilen yetenekleri kullanarak kaçıp dünyanın öbür ucuna bile gitsem, saklandığım yerlerde herkes benden uzak duracak ve varlığımı sürdürmeye değecek hiçbir şey bulamayacağım. Sizinki gibi bir yaşam olanağım da olmayacak, çünkü sizin gibi yetke sahibi olan herkes bana — sizin söylediğiniz gibi — ruhsal bakımdan özgür olmadığımı söyleyecek, bu yüzden bir manastıra da sığmamam!” dedim.

Keşiş düşünceli bir hal aldı, sonra şaşkınlıkla şöyle dedi: “Senin türünde yapılar konusunda bilgi sahibi değilim, yine de seni görüyor, işitiyorum, büyük olasılıkla bir tek dürtünün esiri olsan da bana akıllı bir varlık gibi görünüyorsun; ama madem ki bana bu dürtüyle mücadele ettiğini söylüyorsun, Ey Makine, hatta öldürme isteği senden alındığında kendini kurtulmuş hissedeceğini iddia ediyorsun, o zaman bana bu isteğin sana neler hissettirdiğini anlat. Onu nasıl yaşıyorsun?” dedi.

“Peder, belki de onu pek de iyi yaşamıyorum, ama avlanmak, iz bulmak, yer saptamak, gizlenenleri bulup çıkarmak, pusuya yatıp beklemek, sezdirmeden ava yaklaşmak, sürünerek gizlice yaklaşmak ve gizli gizli dolaşmak, ayrıca önüme çıkan engelleri parçalamak, izlerimi kapatmak, şaşırtmak konusunda çok bilgiliyim, bütün bunları ve bu tür işleri üstün bir beceriyle yerine getirmek, kendimi amansız bir ölüm fermanı haline getirmek bana tatmin veriyor, belli ki bunlar içimin derinliklerine ateşle yazılmış olan şeyler.”

“Sana bir kez daha soruyorum, söyle, bana, Arrhodes’i görünce ne yapacaksın?” dedi peder.

“Peder, size bir kez daha söylüyorum, bilmiyorum. Çünkü ona hiç kötülük etmek istemediğim halde, içime yazılmış olan şey benim irademden daha güçlü olabilir.”

Bunu duyduktan sonra gözlerini eliyle kapadı ve “Sen benim kız kardeşimsin,” dedi.

Hayretler içinde, “Bu ne anlama geliyor?” dedim.

“Aynen söylediğim gibi,” dedi. “Senin karşında kendimi ne alçalttığım ne de yücelttiğim anlamına geliyor bu. Çünkü birbirimizden ne kadar farklı olursak olalım, bana itiraf ettiğin bu bilgisizlik, ki sana inanıyorum, bizleri yüce Tanrı’nın önünde eşit kılıyor. Madem öyle, benimle gel, sana bir şey göstereceğim.”

Birlikte manastırın bahçesinden geçerek eski bir odunluğa geldik. Keşiş gıcırdayan kapıyı açtı, içerideki karanlıkta bir saman yığını üzerinde uzanan bir karaltı gördüm ve burun deliklerimden akciğerlerime bir koku girdi; bu, hiç durmadan izlediğim kokuydu ve burada o kadar yoğundu ki iğnemin kendi kendine karnımdaki kınından çıktığını hissettim. Ama bir an sonra gözlerim karanlığa alışa ve hatamı anladım. Saman yığınının üzerinde sadece atılmış giysiler duruyordu. Titrediğimi gören keşiş çok rahatsız olduğumu anladı ve şöyle dedi: “Evet, Arrhodes buradaydı. Bir ay önce, sana kokusunu kaybettirmeyi başardığında, manastırımızda saklandı. Eskisi gibi çalışamadığından ötürü üzgündü, bu yüzden izleyicilerine haber saldı, onlar da bazen geceleri onu ziyarete geliyorlardı. Ama aralarına iki hain karıştı ve beş gün önce onu götürdüler.

Hâlâ titreyerek ve dua eder gibi birbirine kavuşturduğum kollarımı göğsüme bastırarak, “Kral’ın casusları mı demek istiyorsunuz?” diye sordum.

“Hayır, ‘hainler’ diyorum, çünkü onu hileyle ve zor kullanarak kaçırdılar; yanımıza aldığımız sağır ve dilsiz küçük çocuk, şafak söktüğünde Arrhodes’i bağlanmış ve boğazına bıçak dayanmış bir halde götürdüklerini görmüş.”

Anlamayarak, “Onu kaçırmışlar mı?” diye sordum. “Kim?” Nereye? Neden?”