124839.fb2
Başlangıçta karanlık, soğuk alev ve dinmek bilmeyen gökgürültüsü vardı; uzun kıvılcımlar halinde yanımdan geçen kömür karası çengeller, parçalanmış çengeller ve uzun bir burnu andıran düz kafalarıyla sürünerek ben olan şeye değen metal yılanlar vardı ve bu dokunuşların her biri, şimşek gibi bir sarsılmaya neden olarak neredeyse zevk veriyordu.
Yuvarlak pencerelerin ardındaki gözler beni izliyordu, sonsuz derinlikte, kıpırdamayan gözler; sonra geri çekildiler, ama belki de hareket eden bendim, bir sonraki gözlem dairesine girmiştim ve bu, uyuşukluk, saygı ve korku uyandırıyordu. Sırt üstü yaptığım bu yolculuk belirsiz bir süre boyunca devam etti, ilerledikçe ben olan şey çoğaldı ve sınırlarını keşfederek kendini tanımaya başladı, ama onun biçimini tamamen ne zaman anlayabildiğimi, terk etmiş olduğum yerleri tam olarak ne zaman kavrayabildiğimi bilmiyorum. Orada dünya başladı, gök gürlemeleriyle, alevlerle, karanlıkla; sonra hareket son buldu ve bana beni uzatan eklemli uzuvlar hafifçe havaya kalkarak ben olan şeyi kıskaçlı ellere bıraktı, kenarları kıvılcımlarla kaplı düz ağızlara sundu ve yok oldu, ben olan şey kıpırtısız bir biçimde yattı gerçi artık kendi kendine hareket edebilirdi, ama henüz zamanımın gelmediğinin farkındaydım ve bu hissiz eğimde çünkü ben, o, eğik bir yüzeyin üzerinde yatıyordu — son bir akım dalgası, nefessiz son ayinler, titreyen bir öpücük beni gerdi; bu, hemen kalkıp ışıksız yuvarlak deliğe sürünmek için bir işaretti ve artık hiçbir zorlamaya ihtiyaç duymaksızın, taşsı bir rahatlamayla üzerlerinde dinleneceğim soğuk, pürüzsüz, içbükey levhalara dokundum. Ama belki de bunların hepsi bir rüyaydı.
Nasıl uyandığımı bilmiyorum. Anlaşılmaz hışırtılar ve serin bir loşluk hatırlıyorum, ben de bunun içindeydim; dünyanın onun önünde rengârenk açıldığını, eşikten geçtiği sırada adımımda ne kadar merak olduğunu hatırlıyorum. Dikey bedenlerin renkli karmaşası güçlü bir ışıkla aydınlanıyordu, kürelerini gördüm, suyun parlaklaştırdığı küçük düğmeleri kendi yönlerinde döndürüyorlardı; uğultu kesildi ve bunu izleyen sessizlikte ben olan şey bir adım daha attı.
Bundan sonra, işitilmeyen ama hissedilen bir sesle, içimdeki narin bir ip koptu ve artık bir dişi olan ben, cinsiyetin içime akışını o denli şiddetli bir şekilde hissettim ki onun başı döndü ve gözlerimi kapattım. Gözlerim kapalı öylece dururken her yanımdan sözcükler gelmeye başladı, çünkü o, cinsiyetle birlikte dili de almıştı. Gözlerimi açıp gülümsedim, ileri doğru hareket ettim ve onun giysisi benimle birlikte hareket etti; ağırbaşlı, soylu bir edayla yürüdüm, üzerimde kabarık eteğimle, nereye gittiğimi bilmeden yürüdüm, çünkü saray balosundaydım ve onun az önceki hatasını, başları küreler gözleri de ıslak düğmeler olarak algılayışımı anımsayınca epey eğlendim, bu nedenle gülümsedim, ama bu gülüş sadece kendimeydi. Keskinleşen kulaklarım uzakları işitti, böylelikle saraydakilerin benle ilgili fısıltılarını, beylerin saklamaya çalıştıkları iç çekişleri, hanımların nefes alışla rındaki kıskançlığı ve “Kont hazretleri, bu genç kadın kim?” deyişlerini duydum. Sonra, tavandaki ağlarından gül yaprakları sarkan kristal örümceklerin altından yürüyerek dev bir salonu geçtim, zengin dul kadınların boyalı yüzlerinden akan hoşnutsuzlukta, esmer lordla rın şehvet dolu gözlerinde kendime baktım.
Kemerli tavanlardan parke döşemelere kadar inen camlardan gece giriyordu büyüyerek; bahçede kadehler parıldıyordu ve iki pencere arasındaki bir kameriyede, mermerden bir heykelin ayağının dibinde, diğerlerinden daha kısa boylu bir adam duruyordu, etrafı siyah-yeşil çizgili giysiler giymiş saray mensuplarıyla çevrilmişti, sanki ona doğru kapanmak ister gibiydiler, ama hiçbiri boş dairenin içine adım atmıyordu ve bu kişi ben yaklaşırken bana doğru bakmadı bile. Yanından geçerken durdum, o bana doğru bakmadığı halde parmaklarımın uçlarıyla çember eteğimi topladım ve önünde eğilip selam verirmişçesine gözlerimi indirdim, ama baktığım sadece kendi ince, beyaz ellerimdi. Bu beyazlığın nedenini bilmiyordum, gök mavisi eteğimin yanında bu beyazlık korkutucuydu. Ama saray mensuplarıyla çevrili o kısa boylu lord ya da soylu, arkasında yarım zırhlı bir şövalye duran, sarı saçlı başı açık, elinde oyuncak kadar küçük bir kama tutan o adam, sıkıntı dolu bir sesle kendi kendine birşeyler söyledi ve bana bakmaya tenezzül etmedi. Bense, selam vermeden, esmer yüzünü unutmamak için ona bir an öfkeyle baktım; sarkık dudaklarının kenarındaki küçük beyaz yara yüzüne bıkkın bir ifade veriyordu ve ben gözlerimi o ağza dikerek topuğumun üzerinde döndüm, etek hışırdadı ve yanından geçip gittim. Ancak o zaman bana baktı ve ben ensemde o kaçamak, soğuk, bir anlık bakışı hissettim, sanki yanağında görünmez bir tüfek vardı da boynuma, o altın buklelerin arasına nişan almıştı; bu, ikinci başlangıçtı. Geriye dönmek istemiyordum, ama döndüm ve iki elimle eteğimi kaldırarak yerlere kadar eğildim, sert kumaşın arasından kayıp yerin içine girmek istiyordum adeta çünkü o kraldı. Sonra yavaşça doğruldum, nasıl olup da bunu bu kadar iyi ve bu kadar kesin bir biçimde bildiğimi merak ettim; uygunsuz birşeyler yapmak istiyordum, çünkü bilmeme olanak olmayan bir şeyi kesin bir şekilde biliyorsam rüyada olmam gerekirdi, rüyada yaptıklarımın kime ne zararı olabilirdi ki — mesela birinin burnunu çekmenin? Biraz korktum, çünkü bunu yapamadım, sanki içimde görünmez bir engel vardı. Ne yaptığımın farkında olmadan öylece yürüdüm, gerçeklik de rüya da inandırıcıydı, aynı anda içime bilgi akıyordu, tıpkı sahile vuran dalgalar gibi, her dalga ardında yeni bir bilgi, rütbeler ve unvanlar bırakıyordu, tıpkı kenarlarına işlenmiş dantel parçaları gibi; koridorun ortasına geldiğimde, tavandan alevler içindeki bir gemi gibi sarkan parlak bir şamdanın altından yürürken, yıpranmışlıkları ve acıları titizlikle saklanmış bütün hanımların adlarını biliyordum.
Artık öyle çok şey biliyordum ki, tıpkı uykudan uyanıp hâlâ gördüğü kâbusu bütün canlılığıyla anımsayan biri gibi; benim için hâlâ erişilmez olan o iki şey ise, iki karanlık gölge gibi zihnimdeydi: Geçmişim ve şimdim. Çünkü kendim hakkında hâlâ hiçbir şey bilmiyordum. Oysa, pahalı giysilerle gizlenmiş çıplaklığımı bütünüyle hissediyordum, göğüslerim, karnım, bacaklarımın üst kısımları, boynum, omuzlarım, görünmeyen ayaklar… Göğüslerimin arasında bir ateş böceği gibi parlayan altın üzerine kakılmış topazı, yüzümdeki o hiçbir şey elevermeyen ifadeyi hissedebiliyordum, belirsiz bir ifade olmalıydı, çünkü beni gören herkes gülümsediğimi düşünüyordu, oysa biri ağzıma, gözlerime, kaşlarıma daha yakından bakacak olsa orada hiçbir eğlence ifadesi olmadığını, eğleniyor gibi görünmeye bile çalışmadığımı görüp gözlerime bir kez daha bakardı, ama gözlerim bütünüyle dingindi, o da yanaklarıma bakardı, çenemde gülümseyişin izlerini arardı, ama yüzümde uçarı gamzeler yoktu, yanaklarım pürüzsüz ve beyaz, çenem gergin, sessiz, ciddi, boynum kadar kusursuzdu ve hiçbir şeyi açık etmiyordu. Sonra bana bakan kişi, neden gülümsediğimi düşünmüş olduğunu merak ederek rahatsız olur, kuşkularının ve güzelliğimin şaşkınlığı içinde kalabalığın arasına karışır ya da kendisini o hareketin arkasına saklama umuduyla önümde yerlere kadar eğilirdi.
Ama hâlâ bilmediğim iki şey vardı, belirsiz bir biçimde olsa da çok önemli olduklarını fark ettiğim iki şey. Yanından geçerken Kral’ın beni neden görmezlikten geldiğini, güzelliğimden ne korktuğu ne de onu arzuladığı halde neden gözlerime bakmayı reddettiğini anlamamıştım. Aslında onun için çok değerli olduğumu hissetmiştim, ama anlaşılmaz bir şekilde sanki ona bir yararım yokmuş gibiydi; sanki onun için, bu parlak salona ait olmayan biriydim, bronz armaların arasına rengârenk desenlerle döşenmiş cilalı parkelerin üzerinde dans etmek için yaratılmış biri değildim; ama yanından geçerken, yüzünde isteğini anlayabileceğim hiçbir düşünce belirmemişti, o ani ve tesadüfi bakışıyla ardımdan bana baktığında bile, anlamıştım ki o solgun gözleri aslında bana bakmıyordu, o gözler ki kara gözlüklerin arkasına saklanmalıydılar, çünkü, soylu yüzünün tersine, bakışlarında hiçbir ifade yoktu ve bir kâsenin dibinde kalan kirli su gibiydiler. Hayır, gözleri uzun zaman önce atılmış bir şey gibiydi, gün ışığına dayanamadıklarından saklanmaları gerekiyordu.
Ama benden ne istiyor olabilirdi? Ne? Bunun üzerinde düşünemedim, çünkü ilgimi başka bir şey çekti. Ben buradaki herkesi tanıyordum, ama kimse beni tanımıyordu. Belki bir tek o, sadece o: Kral. Parmaklarımın ucunda kendime ait bilgiye de sahiptim, salonun dörtte üçünü geçmişken yavaşladım, tuhaf duygular doldu içime; uyuşmuş yüzlerin kır düşmüş gümüş bıyıklı yüzlerin, pudraların altında terleyen şişik kırmızı yüzlerin, kurdelelerin, madalyaların ve örgülü püsküllerin arasında bir yol açıldı, bakışlar eşliğinde bir kraliçe gibi yürüyebileyim diye — ama nereye yürüyordum böyle?
Kime yürüyordum?
Ben kimdim? Düşünceler birbirini izledi, o an kendi durumumla bu kibar kalabalık arasındaki uyumsuzluğu anladım, çünkü her birinin bir geçmişi, bir ailesi, şöyle ya da böyle nişanları, entrikalar ve ihanetler yoluyla kazanılmış bir asillikleri vardı, her biri, kendi kişisel geçmişini çölde giden bir atlının ardında bıraktığı toz dumanı gibi peşi sıra taşıyor, iğrenç gururuyla kabaran göğsünü gere gere gösteriş yapıyordu. Oysa ben o kadar uzaklardan gelmiştim ki sanki bir değil, birçok geçmişim vardı, onlar benim yaşamımı ancak kendi adetlerine, bildiğim bu yabancı dile parça parça tercüme edildiğinde anlayabilirlerdi, bu yüzden beni ancak yaklaşık olarak kavrayabilirlerdi ve seçilen her adla onlar için farklı bir kişi olurdum. Peki kendim için de öyle mi olurdum? Hayır… yine de, hemen hemen öyle; salonun girişinde, tıpkı kabaran suların sağlam bentleri kırarak çorak topraklara akması gibi içimi dolduran bilgiden başka hiçbir şey bilmiyordum. Bu bilginin ötesinde mantık yürütüyordum, aynı anda birçok şey olmak mümkün müydü? Terk edilmiş geçmişlerin çoğulluğundan gelmek? Belleğin zehirli otlarından çıkartılan mantığım, bana bunun mümkün olmadığını, tek bir geçmişim olması gerektiğini söyledi ve eğer ben Kont Tleniks’in kızı Mürebbiye Zoroennay’sam, Valandiyan kabilesi tarafından uzaklardaki Langodotlar krallığında öksüz bırakılan küçük Virginia isem, eğer gerçeklikle kurguyu birbirinden ayıramıyorsam, o halde rüyada olmam gerekmez miydi? Ama şimdi bir yerlerde orkestra çalmaya başlamış, balo hareketlenmişti — bu uyanıştan uyanırken insan kendisini daha gerçek bir gerçekliğe nasıl inandırılabilirdi?
Artık rahatsız edici bir şaşkınlık içinde, her adımıma dikkat ederek ilerliyordum, çünkü “vertigo” adını verdiğim baş dönmesi geri gelmişti. Yine de soylu yürüyüşümden bir an bile vazgeçmedim, bunun için çok büyük bir çaba sarf ediyordum, ama kimselere fark ettirmeden, fark edilmemekten güç alarak sonunda uzaktan bir yerlerden, bir adamın gözlerinden yardım geldiğini hissettim, yan açık bir pencerenin alçak pervazına oturmuştu, pencerenin üzerindeki ipek perde tuhaf bir pelerin gibi omuzlarına dökülüyordu; perdenin üzerine, pençelerinin arasında zehirli elmaları andıran cennetten çıkma toplar ve asalar taşıyan kırmızı yeleli, başları taçlı, korkunç derecede yaşlı aslanlar işlenmişti. Perdedeki aslanların süslediği siyah giysiler giymiş bu adamın üzerindekiler, zengin görünüşlü olmakla birlikte yapaylıktan, lordlara özgü düzensizlikten uzak, doğal bir rahatlığı yansıtıyordu; ne züppe ne de şıklık düşkünü, ne saray mensubu ne de dalkavuk olan, pek yaşlı sayılmayacak bu yabancı, uğultunun içinde çekildiği köşeden bana baktı — o da en az benim kadar yalnızdı. Etrafımızda, tarot eşlerinin gözleri önünde bükülmüş banknotlarla sigaralarını yakan, havuzdaki kuğulara fıstık atar gibi yeşil kumaşın üzerine altın paralar atan, ünleri yaptıkları her şeyi onurlu kıldığından kendileri için hiçbir davranışın aptalca ya da onursuzca olmayacağı kişiler vardı. Adam kesinlikle bu salona ait değildi ve üzerinde kraliyet aslanları olan ipek perdenin omzuna dökülüp yüzüne mor kraliyet rengini yansıtması karşısındaki kasıtsız görünen hürmeti, aslında alayların en incesini taşımaktaydı. Artık genç değildi, ama kısarak baktığı koyu gözlerinde olanca canlılığıyla gençliği yansıyordu ve kendisiyle konuşmakta olan, çok yemek yemiş uysal bir köpeğe benzeyen ufak tefek, şişman, kel kafalı adamı dinliyordu, belki de dinlemiyordu. Oturan adam ayağa kalktığında, perde sahte, atılmış değersiz bir şey gibi kolundan kaydı ve o an gözlerimiz karşılaştı, ama ben gözlerimi onunkilerden kaçırdım. Yemin ederim. Buna karşın yüzü, sanki birden kör olmuşum gibi, gözlerimin önünden gitmedi ve hiçbir şey duyamaz oldum, öyle ki — bir an için-orkestra yerine kendi kalp atışlarımı duydum. Ama yanılıyor da olabilirim.
Yüzünün çok sıradan olduğu konusunda sizi temin edebilirim. Hatla yüz hatlarında, zekânın bir göstergesi olan gösterişsiz yakışıklılığın bakışımsızlığı vardı, ama her şeyi kavrayabildiği ve biraz da kendisine zarar verdiği için parlak zekâsından usanmış olmalıydı; hiç kuşku yok ki birçok gece kendinden nefret ediyordu, bunun kendisi için bir yük olduğu belliydi; bazı zamanlar, sanki bir ayrıcalık ya da yetenekten çok bir tür sakatlıkmışçasına zekâsından kurtulmak istiyordu; özellikle yalnız olduğunda, bitmek bilmeyen düşünceler ona işkence ediyor olmalıydılar, yalnızlık onun için her yerdeydi, burada da. Sanki terziyi sürekli uyarıp yönlendirmiş gibi, modaya uygun olarak kesilmiş olduğu halde üzerine yapışmayan güzel giysilerinin altındaki bedeni, beni onun çıplaklığını düşünmeye itti.
Epey dokunaklı olmalıydı, çıplaklığı; erkeksi ligin görkeminden uzak, ne atletik ne de kaslı, ne o yılankavi kıvrımlar, düğümler, ne de o güçlü adaleler, hâlâ çiftleşme arzusuyla yanıp tutuşan ihtiyar kadınların iştahını kabartacak bütün o özelliklerden yoksun bir çıplaklık. O erkeksi güzelliği bir tek yüzünde taşıyordu, ağzının kenarındaki o deha kıvrımında, kaslarındaki o kızgın sabırsızlıkta, bir kesme işare tli gibi kaşlarını ayıran o çizgide, kendi gülünçlüğünü hissettiği yağla parlayan güçlü burnunda. Ah, yakışıklı bir erkek değildi, çirkinliği bile kışkırtıcı değildi, sadece farklıydı ve gözlerimiz karşılaştığında içim uyuşmasaydı kesinlikle yürüyüp giderdim.
Doğru, eğer böyle yapsaydım, o çekicilik bölgesinden uzaklaşmış olsaydım, merhametli Kral, mühürlü yüzüğünün bir hareketiyle, gözbebekleri iğneleri andıran solmuş gözlerinin bir yan bakışıyla, hemen benimle ilgilenirdi ve ben geri dönerdim. Ama o zamanda ve orada bunu bilmemin imkânı yoktu, o bakışların tesadüfen karşılaşmasının, yani iki varlığın iris tabakasındaki siyah deliklerin — ne de olsa gözbebekleri kafatasının deliklerindeki yuvarlak organlarda kıpraşan deliklerdir — bir an için karşılaşmasının önceden belirlenmiş bir durum olduğunu anlamamıştım, bunu nasıl bilebilirdim ki?
Ayağa kalkıp komedinin sona erdiğini belirtircesine perdenin sarkan püskülünü kolundan atarak bana doğru geldiğinde yoluma devam etmek üzereydim. İki adım atıp durdu, bir tek anlama yorulabilecek o davranışın ne kadar uygunsuz olduğunun, bandoyu izleyen bir ahmak gibi tanımadığı bir güzelin ardından yürümenin ne kadar saçma görüneceğinin farkına vararak öylece kaldı; sonra ben bir elimi kapayıp diğer elimle yelpazemin küçük ilmeğini bileğimden kaydırdım, yere düşsün diye. Bunun üzerine o da derhal…
Yelpazenin sedef sapının üzerinden birbirimize baktık, şimdi birbirimize çok yakındık. Müthiş ve ürkütücü bir andı, boğazıma saplanan ölümcül ağrı konuşmamı engelledi; boğazımdan sadece tuhaf bir ses çıkacağını hissederek ona başımı salladım ve bu hareketim, bana bakmayan Kralın önünde selamımı bitirmediğim zaman yaptığımın aynısıydı.
Karşılık olarak bana başını sallamadı, içinde olup bitenlerden ötürü fazlasıyla şaşırmış bir haldeydi, çünkü kendisi de bunu beklemiyordu. Biliyorum, çünkü daha sonra bana söyledi, ama söylememiş olsaydı da bilirdim.
Bir şey söylemek istiyordu, o an oynamakta olduğu aptal rolüne son vermek istemiyordu ve ben bunu biliyordum.
“Hanımefendi,” dedi boğazını temizleyerek, “Yelpazeniz…”
Artık yine kontrolüm altındaydı. Kendim de.
“Bayım,” dedim, biraz boğuk bir sesle, ama o bunun benim normal sesim olduğunu düşünebilirdi, gerçekten de o ana kadar sesimi hiç duymamıştı, “onu yeniden mi düşürmeliyim?”
Gülümsedim, ah, ama bu gülümseme ne baştan çıkarıcı, ne çekici, ne de mutluydu. Gülümsememin nedeni yüzümün kızardığını hissetmiş olmamdı. Bu kızarma bana ait değildi, yanaklarıma yayıldı, yüzümü sardı, kulak memelerimi pembeleştirdiğini hissettim, ama utanmış ya da heyecanlanmış değildim, tanımadığım bu adam karşısında büyülenmiş falan da değildim, ne de olsa diğer birçoğu arasından sadece biriydi, saray erkânı içinde kaybolmuş biri — dahası da var: Benim o yüz kızarmasıyla hiçbir ilgim yoktu, salonun girişinde, ayna gibi parlayan yere altığım ilk adımda içime dolan bilginin geldiği kaynaktan geliyordu — yüz kızarması saraylı olmanın bir gereği gibiydi, tıpkı yelpaze, tel çemberli etek, topazlar ve saç tuvaletleri gibi. Bu yüzden yüz kızarmasını önemsiz kılmak, onun çıkarabileceği yanlış sonuçları bertaraf etmek için gülümsedim — ona değil, neşe ile alay arasındaki sınırı sonuna kadar zorlayarak gülümsedim ve o sessiz bir kahkaha patlattı, kahkahası sanki kendi içine yönelmişti, gülmenin kesinlikle yasak olduğunu bilen, bu yüzden de kendini tutamayan bir çocuğun kahkahasına benziyordu. Bunu yaparken anında gençleşti.
Ansızın, yeni bir düşünceyle ciddileşmişçesine, “Bana bir dakika verirseniz, belki sözlerinize akıllıca bir yanıt verebilirim. Ama kural olarak, iyi fikirler aklıma sadece merdivenlerde gelir,” dedi.
“Demek yaratıcılıktan bu denli yoksunsunuz…?” dedim, yüzümü ve kulaklarımı kontrol etmeye çalışarak. Çünkü hâlâ süren bu kızarma beni kızdırmaya başlamıştı, özgürlüğüm karşısında bir tehdit oluşturuyordu ve bu anlamıştım ki — Kral’ın beni kaderime terk etme amacının bir parçasıydı.
“Belki de, ‘Bunun çaresi yok mu?’ diye eklemeliyim. Siz de buna ‘Hayır’, der, ‘kusursuzluğu Mutlak’ın varlığını olumlayan bir güzelliğin karşısında, yok’ diye yanıt verirsiniz. Bundan sonra orkestra başlar, ikimiz de yeniden ağırbaşlılığımıza döner, büyük bir incelikle konuşmayı daha sıradan bir saray konuşmasına dönüştürürüz. Ancak siz bu alanda biraz rahatsız göründüğünüzden, belki de hazırcevaplığa kalkışmasak daha iyi olacak…”
Bu sözlerim üzerine artık benden gerçeklen korkuyordu, söyleyecek hiçbir şey bulamamıştı. Bakışlarını büyük bir ciddiyet kapladı, sanki kiliseyle orman arasında bir fırtınada, ya da sonunda hiçbir şeyin olmadığı bir yerde duruyorduk.
Gergin bir sesle, “Kimsin sen?” diye sordu. Artık hiçbir hafiflik, hiçbir yapmacık kalmamıştı, sadece benden korkuyordu. Bense ondan hiç korkmuyordum, hem de hiç; aslında tehlikeyi hissetmem gerekiyordu, çünkü gözenekli cildini, asi, diken diken kaşlarını, kulaklarının geniş yuvarlaklığını hissedebiliyordum, bunların hepsi içimde o zamana dek saklı olan beklentimle birleşiyordu, sanki şimdiye kadar içimde onun basılmamış bir negatifini taşıyordum, o da şimdi gelip onu doldurmuştu. Yine de, o benim kaderim bile olsa, ondan hiç korkmuyordum. Ne kendimden ne de ondan korkuyordum, ama o bağın içsel, hareketsiz gücünden ötürü tüylerim diken diken oluyordu — bir insanın titremesi değildi benimki, akrebi ve yelkovanıyla saat başını vurmak için hareket ettiğinde hâlâ sessiz olduğu halde titreyen bir saat gibiydi. O titremeyi kimse göremezdi.
Çok sakin bir şekilde, “Sana yavaş yavaş anlatacağım,” diye yanıtladım. Kişinin hasta ve zayıf birini neşelendirmek için yaptığı gibi hafifçe gülümseyip yelpazemi açtım. “Bir kadeh şarap içeceğim. Ya sen?”
Başını salladı, kendisine çok yabancı olan ve pek ayak uyduramadığı, rahatsız bulduğu bir tarzda davranmaya çalışıyordu; inci tanelerini andıran cilanın damla damla aktığı parkenin üzerinden, mumların bıraktığı isin arasından, sıra sıra dizilmiş inci beyazı hizmetkârların kadehlere içki doldurduğu köşeye doğru omuz omuza yürüdük.
O akşam ona kim olduğumu söylemedim, ona yalan söylemek istemediğimden ve kendim de gerçeği bilmedi — ğimden. Hakikat kendisiyle çelişemez ve ben bir mürebbiye, bir kontes ve bir öksüzdüm, bütün bu soyağaçları içimde dönüyordu, hangisini kabul edersem gerçek o olacaktı; artık hakikatin benim seçimim ve arzumla belirlenebileceğini, ben herhangi birini dile getirdiğimde sözü edilmemiş diğer imgelerin uçup gideceğini anlamıştım. Ama bu olasılıkların arasında kararsız kalmayı sürdürdüm, çünkü bunlarda kaçamak bir anı var gibiydi — ben, kendisi için endişelenen akrabalarından kaçmış, belleğini yitirmiş kararsız bir kişi olabilir miydim? Onunla konuşurken şöyle düşündüm: Eğer ben deli bir kadın olsaydım, her şey iyi bir şekilde sonuçlanırdı. Kişi, bir rüyadan kurtulabildiği gibi, delilikten de kendini kurtarabilirdi — her iki durumda da umut vardı.
Geç saatlerde — bütün o süre boyunca yanımdan hiç ayrılmamıştı — odasına çekilmeden önce bir anlığına Majesteleri’nin yanından geçtiğimizde, Kralın bizim tarafımıza bakmaya tenezzül bile etmediğini hissettim, bu korkunç bir keşifti. Arrhodes’in yanındaki davranışlarımı gözlemlemeye gerek görmüyordu, belli ki bu gereksizdi, sanki hiç kuşku duyamayacağı bir biçimde bana tamamen güvenebileceğini biliyordu, son nefeslerine kadar işlerini yapmaya çalışan kiralık katillere güvenir gibi, çünkü kaderleri işverenlerinin elindedir. Oysa Kral’m ilgisizliği kuşkularımı gidermeliydi; benim olduğum yöne bakmadığına göre onun için hiçbir şey ifade etmiyordum, yine de içimdeki ısrarlı zulüm hissi deliliğin ağır basmasına neden oldu. Bu yüzden melek güzelliğinde deli bir kadın gibi, Arrhodes’in şerefine kadeh kaldırarak kahkaha attım; Kral’ın, ölen annesine, bu bilge adama bir zarar gelirse bunun kendi seçiminden ötürü olacağına dair söz vermesine rağmen herkesten çok küçüksediği Arrhodes’in şerefine. Bunu bana dans ederken birisi mi söylemişti yoksa kendim mi öğrenmiştim bilmiyorum, çünkü gece uzun ve gürültülüydü, kalabalık bizi sürekli birbirimizden ayırıyordu, buna karşın biz raslantı eseri birbirimizi buluyorduk, sanki oradaki herkes aynı fesadın parçasıydı bunun bir yanılsama olduğu kesindi, mekanik bir biçimde dans eden bir mankenler kalabalığıyla sarılı olmamız mümkün değildi. Yaşlı erkeklerle, güzelliğimi kıskanan genç hanımlarla konuşlum, sözlerindeki aptallıktan midem bulanarak; kimi iyi kimi kötü huylu kimselerdi; o işe yaramaz ihtiyarları, o asık suratlı genç hanımları öylesine büyük bir rahatlıkla ezip geçtim ki onlar için üzülmeye başladım. Parlak nüktelerimle bir zekâ timsaliydim, gözlerim baş döndürücü hazırcevaplığımdan ötürü alev alev yanıyordu — artan endişemde Arrhodes’i kurtarmak için seve seve kuş beyinli rolü oynayabilirdim, ama yapamadığım tek şey buydu. Ne yazık ki o kadar becerikli değildim. O halde zekâm (ki zekâ bütünlük anlamına geliyordu) bir yalana mı tâbiydi? Dans sırasında, minuet’nin dönüşlerini yaparken kendimi bu tür düşüncelere verdim; o sırada, ince bedeni ve siyah giysileriyle, taçlı aslanların süslediği mor perdeye dayanmış olan Arrhodes, dans etmiyor, beni seyrediyordu. Kral gitti ve kısa bir süre sonra biz de ayrıldık; bir şey söylemesine, bir şey sormasına izin vermedim, denedi ve önce dudaklarımla, sonra da sadece yelpazemi kapatarak “Hayır,” deyişim karşısında yüzü soldu. Nerede yaşadığım, oraya varıp varmadığım, gözlerimi ne yana çevireceğim konusunda hiçbir fikrim olmaksızın dışarıya çıktım; tek bildiğim bunların benim elimde olmadığıydı, çabaladım, ama boşunaydı — bunu nasıl açıklayabilirim? Herkes bilir ki göz yuvalarını kafatasının içine bakacak şekilde çevirmek imkânsızdır.
Beni sarayın kapısına kadar geçirmesine izin verdim, sürekli yanan katran kazanlarının ötesindeki bahçe sanki kömürden oyulmuş gibiydi; soğuk havada, uzak, insan dışı bir kahkaha vardı, Güney’in efendilerinin pınarlarından inciler akıyordu sanki — ya da çiçek tarhlarının üzerinde bembeyaz hayaletler gibi asılı duran konuşan heykellerdi bunlar, kraliyet bülbülleri de şarkı söylüyorlardı, ama kimse onları dinlemiyordu, seranın yakınlarında bir tanesi, dalına konmuş, ayın halesinin önünde büyük bir karaltı oluşturuyordu — ne mükemmel bir manzara! Çakıl taşları ayaklarımızın altında oynaşıyor, ıslak yaprakların arasından parmaklığın altın kaplamalı sivri uçları çıkıyordu.
Sert ve kararlı bir şekilde elimi kavradı, ben de hemen çekmedim, Majesteleri’nin askerlerinin ceketlerindeki beyaz çizgiler parıldadı, biri arabamı çağırdı, atlar toynaklarını yere vurdular, mor fenerlerin ışığında bir faytonun kapısı ışıldadı, aşağıya bir basamak sarkıtıldı. Bu bir rüya olamazdı.
“Ne zaman ve nerede?” diye sordu.
“Hiçbir zaman ve hiçbir yerde demek daha iyi olacak,” dedim, basit gerçeğimi dile getirerek; çabucak ve çaresiz bir şekilde, “Seninle oynamıyorum, harika filozofum, kendi içine bak, sana iyi bir öğüt verdiğimi göreceksin,” diye ekledim.
Ama eklemeyi düşündüğüm asıl sözleri dile getiremedim. Tuhaftır ama, her şeyi düşünebildiğim halde sesimi bulamıyor, o sözcüklere erişemiyordum. Boğazıma bir şey düğümlenmişti, bir dilsizlik, sanki bir anahtar dönmüş, aramızda bir sürgü kapanmıştı.
Başı önüne eğik, yumuşak bir sesle, “Çok geç,” dedi. “Gerçekten çok geç.”
“Kraliyet bahçeleri sabahtan öğlen borusuna kadar açık olacak,” dedim; bir ayağım arabanın basamağındaydı. “Orada, çürümüş bir meşe ağacının yanında, içinde kuğular olan bir havuz var. Yarın öğlen tam on ikide ya da ağacın kovuğunda yanıtını bulacaksın. Şimdi tek dileğim, bir mucize olup karşılaşmamızı unutmandır. Nasıl yapılacağını bilsem, bunun için dua ederdim.”
Bu koşullarda söylenecek en uygunsuz ve bayağı sözlerdi bunlar, ama bu ölümcül bayağılıktan kurtulmamın hiçbir yolu yoktu; fayton hareket etmeye başladıktan sonra, söylediklerimi, bende uyandırdığı duygulardan korktuğum biçiminde yorumlayabileceğinin farkına vardım. Bu doğruydu: Bende uyandırdığı duygulardan korkuyordum, ancak bunun sevgiyle hiçbir ilgisi yoktu, sadece söyleyebildiklerimi söylemiştim, tıpkı karanlıkta, bir bataklıkta, kişinin bir sonraki adımın kendisini derin sulara gömmemesi için adımını dikkatli bir şekilde atması gibi… Ben de sözcüklerle yolumu arıyordum, nefesimle ne söyleyebileceğimi — ve ne söylememem gerektiğini — sınıyordum.
Ama o bunu bilemezdi. Nefesimiz kesilmiş bir biçimde, tutkuya benzer bir heyecanla, çaresizce ayrıldık; çünkü bu, bizim mahvımızın başlangıcıydı. Ama ben, bütün zarafetini ve tatlığımla, onun kaderi olduğumu, bunun kaçınılmaz bir mahvoluş anlamına gelen korkunç bir kader olduğunu anladım.
Faytonun içi boştu — faytoncunun giysisinin koluna dikilmiş olması gereken kuşağı aradım, ama orada değildi. Faytonun pencereleri de yoktu — acaba siyah camla mı kaplıydılar? İçerisi zifirî karanlıktı, sanki geceden değil de yokluğun kendisinden gelen bir karanlıktı bu. Bu ışığın yokluğu değil, boşluktu. Uzun tüylü kadifeyle kaplı duvarlarda elimi gezdirdim, ama ne bir pencere çerçevesi ne de bir kapı kolu buldum. Önüm, üstüm, her yanım o yumuşak, doldurulmuş yüzeylerle kaplıydı, tavan şaşılacak biçimde alçaktı, sanki bir faytonun içinde değildim de, yan yatmış bir sandığın içine kapatılmıştım, ne atların ayak seslerini ne de dönen tekerleklerin bildik gürültüsünü duyuyordum. Karanlık, sessizlik, hiçlik. Sonra kendime döndüm, kendim, o zamana dek olup biten her şeyden daha karanlık ve daha meşum bir muammaydı benim için. Her şeyi hatırlıyordum. Bunun bu şekilde olması gerektiğini düşünüyorum, durumu başka bir şekilde düzenlemek imkânsız olurdu, bu nedenle, cinsiyetsiz ve tamamen yabancı olarak uyandığım o ilk uyanışı anımsadım, bu sanki kötü bir metamorfoz rüyasını hatırlamak gibiydi. Salonun kapısında, şimdiki gerçekliğe uyanışımı hatırladım, o oymalı kapıların hafifçe gıcırdayarak açılışını, hizmet etme gayretiyle kibar bir kuklaya benzeyen balmumundan yapılmış yaşayan bir cesedi andıran — hizmetkârın yüzündeki maskeyi bile hatırlıyordum. Bunların hepsi kafamda ahenkli bir bütün oluşturuyordu ve hâlâ kapıların ne olduğunu, bir balonun ne olduğunu ve ben olduğum bu şeyin ne olduğunu bilmediğim zamana dönebiliyordum. Özellikle de, daha o zamandan yarısı sözcüklerde toplanan, kişisel olmayan ve nötr haldeki ilk düşüncelerimi hatırlıyordum — bu, tüylerimi diken diken etti, sapkınca bir gizem vardı bunda. Ben olan şey ayakta duruyordu, o olan ben görmüştü, içeri girmişti — bunlar, salonun açık kapısından dışarıya taşan aydınlığın göz bebeklerime çarpmasından önce kullandığım kalıplardı — her şeyin nedeni o parlaklık olmalıydı, başka ne olabilirdi ki? — o parlaklık içimdeki sürgüleri, çengelleri açıp bütün varlığımı ani bir ziyaretin acısıyla, sözlerin insancıllığıyla, zarif hareketlerle, kadınlığın büyüleyiciliğiyle ve yüzlerin anısıyla doldurmuştu, bu yüzler arasında en belirgini — Kral’ın asık yüzü değil o adamın yüzüydü. Bunu bana kimse hiçbir zaman açıklayamayacak olsa da, Kral’ın önünde yanlışlıkla durduğumu çok kesin olarak biliyordum — bu bir hataydı, beni bekleyen kader ile o kaderin aracı arasındaki bir karışıklıktı. Bir hataydı — ama hataya meydan veren bir kader, nasıl bir kaderdi? Gerçek bir kader değildi. O halde hâlâ kendimi kurtarma olasılığım olabilir miydi?
Şimdi kusursuz bir soyutlanmıştık içindeydim, beni korkutmuyordu bu, tersine bu durumu rahat buluyordum, çünkü bu yalnızlıkla düşünebilir, yoğunlaşabilirdim; şimdi, tıpkı eski bir odadaki tanıdık eşyalar gibi kolaylıkla erişebileceğim, sıkı bir düzene oturmuş anılarımı araştırarak kendimi tanımayı istediğimde ve sorular sorduğumda, o gece olup biten her şeyi gördüm — ama her şey ancak sarayın salonunun eşiğine kadar açık ve netti. Ondan öncesi — evet, kesinlikle. Neredeydim — neredeydi?! — ondan önce? Nereden gelmiştim? Çok kesin ve basit bir düşünce, bana pek de iyi olmadığımı, tıpkı inanılmaz maceralarla dolu egzotik bir seyahatten dönmüş biri gibi, bir hastalığı atlatmakla olduğumu söyledi. Kitaplara ve aşk romanlarına meraklı, hayalperest ve ilginç alışkanlıkları olan, bu vahşi dünya için fazlasıyla hassas, genç ve çok zarif bir genç bayan olarak türlü sanrılardan mustarip biri olduğumu söyledi bana, belki de bir isteri krizi anında o metal cehennemlerden geçtiğimi görmüştüm, kuşkusuz o sırada üzeri gölgelikli, dantelli çarşaflar serili bir yatağın üzerinde yatmaktaydım, evet, belki de o varlığa geliş sanrıları bile beni yakan ateşin bir ürünüydü, odayı, uyandığımda korkmamamı ve üzerime eğilen şekillerde sevenlerimi tanımamı sağlayacak kadar aydınlatan mumun ışığında gördüğüm sanrılar. Ne kadar hoş bir yalan! Sanrılar görüyordum, öyle değil mi? Ve bunlar biricik belleğimin berrak ırmağına gömülerek ikiye bölünmüşlerdi. Bölünmüş bir bellek…? Çünkü o soruyla birlikte, içimde yanıtları vermek üzere hazır bekleyen bir koro duydum: Mürebbiye, Tleniks, Angelita. Bu neydi peki? Bütün bu sözcükler bende hazır bulunuyordu, bana verilmişlerdi ve her biriyle birlikte onlara uygun görüntüler gelmişti; ah, bir de onları birbirine bağlayan zincirler olsaydı! Ama onların birlikteliği, bir ağacın dağınık köklerinin birlikteliği gibiydi; zorunluluk gereği tek, doğası gereği biricik olan ben, bir zamanlar, küçük suların bir nehrin akıntısına karışıp birleşmeleri gibi birleşen dalların çoğulluğu olabilir miydim? Ama kendi kendime, böyle bir şeyin imkânsız olduğunu söyledim, imkânsız. Bundan emindim. Bu bölünmüş haliyle hayatıma baktım: Salonun eşiğine kadar farklı iplerden dokunmuş gibi görünüyordu, ama eşikten sonrası tekti. Hayatımın ilk kesitine ait manzaralar birbirine koşut olarak akıyor, birbirlerini yalanlıyorlardı. Mürebbiye: Bir kule, karanlık granit kayalar, bir asma köprü, geceleyin gelen haykırışlar, bakır bir kaptaki kan, kasapları andıran şövalyeler, baltalı kargıların paslı başları, puslu, buğulu pervazla yatağın oymalı başlığı arasındaki yarı kör bir aynada yansıyan küçük soluk yüzüm — gelmiş olduğum yer burası mıydı?
Ama Angelita olarak, Güney’in bayıltıcı sıcağında büyümüştüm ve o yöne baktığımda, beyaz sırtlarında güneşin parladığı duvarlar, kurumuş palmiyeler, yanlarında, pul pul köklerine köpüklü idrarlarını bırakan vahşi, tüylü sokak köpekleri, yapışkan bir tatlılığa sahip hurmalarla dolu sepetler, yeşil cüppeli hekimler ve kentin körfezine inen taş merdivenler gördüm; bütün duvarlar ısının geldiği yönün tersine dönüktü; kurutulmak üzere bırakılmış, gübre yığınlarını andıran sararmış üzüm yığınları ve yine yüzüm, bu kez aynada değil, suda yansıyan yüzüm, gümüş bir testiden eskiliğinden ötürü kararmış gümüş bir testiden — akan su. O testiyi taşıyışımı ve içinde ağırlığıyla hareket eden suyun elimi ıslatışını bile hatırlıyordum.
Peki ya, cinsiyetsiz benliğim ve onun sırt üstü yolculuğu, kıvrımlı metal yılanların ellerime, ayaklarıma, alnıma kondurdukları öpücükler? O dehşet artık tamamen solmuştu, tıpkı sözcüklere dökülemeyen kötü bir rüya gibi, en zorlu çabalarımla bile onu zar zor hatırlıyordum. Hayır, aynı anda ya da art arda birbirinden bu kadar zıt yaşamlar yaşamış olmam imkânsızdı! Öyleyse kesin olan neydi? Güzeldim. O adamın canlı bir aynayı andıran yüzündeki aksimi gördüğümde içimde hem zafer hem de çaresizlik duyguları yükseldi, çünkü hatlarımın kusursuzluğu o kadar mutlaktı ki hangi deliliği yaparsam yapayım, istersem ağzımda köpüklü salyalarla uluyayım, istersem çiğ et kemireyim, güzellik yüzümü terk etmiyordu — peki neden sadece “ben” olarak değil de, “benim yüzüm” olarak düşünüyordum? Ben, yüzü ve vücuduyla barışık ve uyumlu olmayan biri miydim? Büyü yapmaya hazır bir büyücü, bir Medea mıydım? Benim için bu büyük bir saçmalık, gülünç bir şeydi. Aklımın, asilliği elinden alınmış başıboş bir şövalyenin elindeki çok kullanılmış bir kılıç gibi iş görmesi bile, her konuyu hiç tereddütsüz ikiye biçebilmem, aklımın bu kararlı işleyişi bile, kesinliğinde biraz fazla soğuk, fazla sakin görünüyordu, çünkü onun ötesinde korku vardı — tıpkı aşkın, her yerde birden var olan, yine de ayrı olan bir şey gibi-, bu yüzden kendi düşüncelerimi bile kuşkuyla karşılıyordum. Ama yüzüme de aklıma da güvenemiyorsam, korkumu ve kuşkumu nerede saklayacaktım, değil mi ki insan ruh ile beden dışında bir hiçtir? Bu, aklımı karıştırıyordu.
Geçmiş yaşamlarımın dağınık kökleri, bana önemli olan hiçbir şey söylemiyordu, bunlar üzerine düşünmek parlak görüntülerin açığa çıkmasını sağlıyordu yalnızca, kâh Kuzeyli Mürebbiye, kâh kızgın güneşli yerlerde büyüyen Angelita, kâh Minyon olarak, her seferinde, başka bir ismi, başka bir hayatı olan, başka bir göğün altında yaşayan, başka bir soydan gelen, başka bir insandım. Burada hiçbir şeyin öncesi yoktu. Güney’in toprakları geliyordu sürekli gözümün önüne, göz alıcı parlaklıkta bir göğün altında tezat renklerle ve tatlılıklarla dolu olarak; çarşaflı annelerinin kemikli dizlerinde sessizce yatan, gözleri cerahatli, yarı kör ve şişik karınlı çocuklar ve o uyuz köpekler olmasa, palmiyelerle süslü o kıyıyı fazlasıyla rahat ve bir yalan kadar boş bulurdum. Ve Mürebbiye’nin Kuzey’i… Tepeleri karlarla kaplı dağları, kurşunî renklerle çalkalanan göğü, kışın rüzgârın karda bıraktığı eğri büğrü şekilleri, beyaz dillerini taşlara sürüyerek kale mazgallarından giren, payandaları, hendekleri yalayan şekilleri, asma köprünün sarı göz yaşlarını andıran paslı zincirleri… Yazları hendeğin suyu, kuzu derisini andıran bir küf tabakasıyla kaplı olurdu, bunların hepsini o kadar iyi hatırlıyordum ki!
Bir de üçüncü var oluşum vardı: Büyük, serin, düzenli bahçeler, ellerinde makaslarıyla bahçıvanlar, tazı sürüleri, soytarının tahtın basamaklarında uzanan Büyük Danimarkalısı — nefes alırken kaburgalarının oynamasıyla bozulan mutlak bir uyku halindeki dünya yorgunu heykel… sarıya çalan ilgisiz gözlerinde küçük şekillerin parladığını düşünürdünüz. Bu şekillerin ne anlama geldiğini bilmiyordum, ama bir zamanlar bildiğimden emindim. Ağzımda çiğnediğim otların tadına kadar her şeyini bu kadar iyi hatırladığım o geçmişe daldığımda, küçülen bebek patiklerime ya da gümüş ipliklerle işlenmiş ilk uzun elbiseme dönmemem gerektiğini hissettim, sanki çocukluğumda bile bir ihanet gizliymiş gibi. Bu yüzden katlanılmaz zalimlikte bir anıyı gelirdim aklıma — yüzüm yukarı dönük haldeki cansız yolculuğu, çıplak bedenime çarpan metallerin uyuşturucu dokunuşlarını, sanki bedenim henüz bir yüreği, bir dili olmadığından çalamayan bir çanmışçasına metallerin dokunuşuyla çınlayan çıplaklığımı. Yine de elimdeki tek şey bu inanılmazlıktı, bu kâbusun bana böylesi bir ısrarla sarılmasına artık şaşmıyordum, çünkü onun kâbus olduğuna karar vermiştim. Bunun kesinliğinden emin olmak için parmaklarımın ucuyla kollarımın yumuşak kısımlarına, göğüslerime dokundum; şüphesiz bir tacizdi bu ve ben titreyerek ona boyun eğdim, sanki başımı geriye atmış, canlandırıcı yağmurun buz gibi akıntısına çıkmıştım.
Sorularıma hiçbir yanıt bulamayarak, kendim olan ve olmayan uçurumdan çekildim. Tek olan benliğime döndüm. Kral, geceki balo, salon ve o adam. O adam için yaratılmıştım, o da benim için yaratılmıştı, bunu biliyordum, ama yine korkuyla; hayır, bu korku değildi, kaderin, kaçınılmazın, anlaşılmazın demir varlığıydı; tıpkı bir ölüm haberi gibi reddedilemez, görmezden gelinemez, kendisinden kaçılamaz bir bilgi olan bu kaçınılmazlıktı içine gömüldüğüm o ürpertici var oluş — yok olunabilirdi, ama bir tek o şekilde. Buna dayanamayarak, “baba, anne, kardeş, arkadaşlar, dostlar ve akrabalar” diye sayıkladım — bu sözcükleri ne kadar iyi anlıyordum, canlı simalar göründü, tanıdığım simalar, bunları kendi önümde kabul etmem gerekiyordu, evet ama insanın dört annesi ve bir o kadar da babası olamazdı, öyleyse, bu yine delilik iniydi? Böylesine aptalca ve böylesine inatçı?
Aritmetiğe başvurdum: Bir bir daha iki eder, bir babayla bir anneden bir çocuk çıkar, sen o çocuktun, sen bir çocuğun anılarına sahipsin…
Kendi kendime, ya deliydim ya da hâlâ deliyim, dedim, aklım bir akıl olarak tam bir tutukluk içindeydi. Ne balo, ne şato, ne Kral, ne de ebedî uyum yasalarına tâbi bir varlığa dönüşme vardı. Bir pişmanlık yarası, güzelliğimden de ayrılma düşüncesi karşısında bir direniş hissettim. Birbirinden farklı öğelerle kendime ait bir şey kuramazdım, meğer ki mevcut tasarımda içine sızabileceğim bir çatlak, bir tutarsızlık bulabileyim ve böylece yapıyı açıp özüne inebileyim. Herşey gerçekten de olması gerektiği şekilde mi gerçekleşmişti? Eğer ben Kral’ın malı idiysem, o zaman bunu nasıl bilebilirdim ki? Geceleyin bunu düşünmem bile yasak olmalıydı. O her şeyin arkasında idiyse, o zaman neden onun önünde eğilmeyi istemiş, ama ilk önce bunu yapmamıştım? Eğer hazırlıklar hatasız idiyse, neden hatırlamamam gereken şeyler hatırlamıştım? Çünkü, tabii ki, hatırlayabileceğim tek şey bir kızın ve bir çocuğun geçmişi olsaydı, kadere başkaldırma arzusu uyandıran o kararsızlığın ıstırabına düşmezdim. Hiç olmazsa arkamdaki o anı, öpücüklerle alevlenen hareketsiz ve dilsiz çıplaklığımın canlılığını silmelilerdi, ama o da gerçekleşmişti ve şimdi benimle birlikleydi. Tasarımda ve tasarımın gerçekleşmesinde bir hata olabilir miydi? Bilmece ya da kötü bir rüya sandıklarım, dikkatsiz birer hata, birer ihmal, birer çatlak mıydı? Ama öyle olsaydı, umut etmek için bir nedenim olurdu. Beklemek için. Olayların gelişmesini, daha çok tutarsızlığın birikmesini beklemek ve bunlardan, Kral’a karşı, kendime karşı ya da kim olursa olsun, bana zorla dayatılan kadere karşı kullanacağım bir kılıç yapmak için beklemek. Öyleyse, büyüye boyun eğ, ona dayan, sabahleyin ilk iş olarak randevuna git… ve nedenini ya da nasılını bilmeden, bunu yapmaktan beni hiçbir şeyin alıkoyamayacağını, tersine, her şeyin beni kesin olarak bu yöne yönelteceğini biliyordum. Şimdi ve burada, etrafımdaki her şey çok ilkeldi, evet, duvarlar, önce parmaklara yumuşak bir şekilde teslim olan esnek döşemeler ve altlarındaki çelik ya da taştan engel, bilmiyordum, ama o rahat yumuşaklığı tırnaklarımla koparabilirdim, ayağa kalktım, başım tavanın içbükey kıvrımına değdi. Etrafımda ve üstümde bu vardı, ama içeride — ben, tek başıma?